Avrupa Birliği (AB), her iki dünya savaşında -irili ufaklı müttefikleriyle birlikle- birbirine karşı savaşmış Almanya ve Fransa’nın bir daha savaşmaması amacıyla kurulmuş bir ittifaktır. AB ülkelerinin hemen hemen hepsi NATO üyesi olmuşlarsa da, güvenliklerini esasen NATO’nun en büyük askeri gücü ABD’ye bırakmışlardır. Nitekim Washington ile Brüksel arasındaki ilişkilerin biraz limoni olduğu yıllarda ayrı bir Avrupa Ordusu kurmak istediler ama başaramadılar.
ABD’nin tüm dünyaya yönelik hükümran davranışları hem dünyanın döviz olarak kullandığı parasına -yani ekonomik gücüne- hem de dünyanın dört bir yanında hazır ve nazır durumdaki ordusuna dayanırken; AB yönetiminin kendi üyelerine ve aday üyelerine dayatacağı güç, esasen ekonomiktir. Ankara, bu yüzden AB’yi fazla önemsemezken, ABD başkanlarının davranışlarından korkar.
Eskiden sömürgecilik doğrudan işgal ve söz konusu ülkenin doğal kaynaklarını talan etmek şeklindeyken, yeni sömürgecilikte fiili işgale gerek kalmadı. Emperyalistler, yeni sömürgelerini kolayca koparılamayacak ticari bağlarla sömürüyorlar. Bu sömürü ilişkisinde, başta kendi dilini resmi dil olarak dayatma başta olmak üzere kültürel bağlar da eski vahşi ilişkiye örtü-kılıf sağlıyor.
Sömürgeci ile sömürge arasındaki en temel alışveriş silah üzerinedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında NATO’ya (Yunanistan ile birlikte) üye yapılan Türkiye, Batı’nın silah ağındadır. Yani NATO silahları kullanmak zorundadır. Rus yapımı ya da Çin yapımı bir silah alıp kullanmaya çalışan NATO üyesi bir devlet (mesela S-400 satın alan Türkiye) NATO’dan çıkmaya çalışan ya da NATO ile savaşmaya hazırlanan bir devlet olarak değerlendirilir.
Reel sosyalist sistemin çözülmesi ardından bir an önce NATO üyesi yapılan Doğu Avrupa devletlerinin gerekli koşulları yeterince karşılamadığı halde Avrupa Birliği’ne üye kabul edilmeleri bunun mükafatıdır. Örneğin Suriye, silah ticaretini Rusya ile yapmaya devam etmek yerine, NATO ya da daha geniş bakışla Batı silahlarına yönelseydi, son 10 yılda yaşadıkları başına gelmezdi.
Bu nedenle, Ankara’nın hem de 2.5 milyar dolar verip S-400 alması, ikinci partiyi de ısmarladığı söylentileri ve başka Rus silahlarıyla ilgileniyor gözükmesi NATO’ya bir nevi meydan okumadır. Bu silah alımının sadece bir blöf olarak kalması için NATO’nun şefi ABD Ankara’ya tavır aldı. F-35 programından çıkarılan Türkiye’ye yeni yaptırımlar gelirken; Washington’un ciddiyetine göre, başka yaptırımlar için sıraya AB de girecektir.
Peki ama ABD+AB ya da kısaca Batı, niçin Ankara’ya daha sert davranmıyor? Türkiye niçin önemli? Niçin gözden çıkarılıp, tam anlamıyla düşman ilan edilmiyor? Öncelikle Türkiye’nin ordusu, Kore’den bu yana gereken tüm operasyonlarda kullanılabiliyor. Üstelik NATO’daki ikinci büyük ordu. Oysa Avrupalılar büyük ordular kurup, beslemek istemiyor. Hatta -özellikle kendi aralarında- savaş da istemiyorlar.
Dahası Türkiye, Doğu ile Batı arasında adeta bir köprü. Bulunduğu coğrafya stratejik yani. Nitekim reel sosyalizmin çözülmesine kadar NATO’nun ileri karakolu oldu. Kapitalist ve sosyalist sistem arasındaki yeşil kuşakta kullanıldı. Şimdi sosyalist sistem yok ama Rusya ve Çin, Batı sistemine tamamen entegre olmadıkları ve olmayacakları için ayrı kutuplar halindeler. Ankara’nın NATO’dan kopması, Rusya’nın stratejik etki alanını güçlendirecek ister istemez.
Türkiye’nin bulunduğu yer, ticari bakımdan da önemli. Birkaç saatlik uçuşla, Avrupa, Asya ve Afrika’da onlarca ülkeye ulaşılabiliyor. Yani Türkiye’deki bir fabrikanın ürünlerinin lojistik-ulaşım sorunu kolay çözülebiliyor. Türkiye’nin bir başka cazibesi ise tüketici nüfusundan kaynaklanıyor. Orta gelir düzeyine ulaşmış ve borç-harç dinlemeden tüketim çılgını yapılmış 80 milyondan fazla insanı barındırıyor. Yaşlı Avrupalı esasen alacağını almış ama Türkiye’de milyonlarca insan her yıl, var olan eşyasını bir yeni-üst modelle değiştirme peşinde.
Batı’nın Ankara’ya tavır alması, altın yumurtlayan tavuğu kesmek anlamına geleceği için AB zirvelerinden -süreci tam kopuşa götürecek- sert kararlar çıkmıyor ve çıkmaz. Hatta Türkiye’nin yönetim anlayışının demokrasiden hızla uzaklaşmasının AB liderlerini kaygılandırdığını hiç sanmıyorum. S. Arabistan ve Körfez ülkeleri örneğinde olduğu gibi otokrat liderleri ikna etmek ya da gerekirse korkutarak bir iş yaptırmak, demokrasinin bulunduğu yerlerdeki liderlerden çok daha kolaydır çünkü.
İktidarını sürdürebilmek için halkın temel geçim ve sağlık koşullarını sağlayamayan; hatta önceliği sadece kendi iş ortağı müteahhitlere para bulup verme olan bu hükümetten -yapılacak ilk seçimde- kurtulmak gerekiyor. Bu konuda dolaylı olarak da olsa, Biden ve Merkel’den yardım ummak hiç de gerçekçi değil. Çünkü onlar mevcut iktidarımızla zaten aynı sermayenin safındalar…