Asgari ücret, refah rejiminin bir ürünü olarak, korporatist (devletin işçi-işveren arasında hakem rolü üstlendiği) anlayış üzerine şekillendirilmiş; devletin emek ve sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerinde en etkili müdahale aracı haline gelmiştir. Sosyal devlet anlayışının hüküm sürdüğü dönemde, emekçileri yoksulluk ve sefaletten korumayı amaçlayan asgari ücret, neoliberalizmle birlikte ücretleri baskılamanın aracı haline dönüşmüştür.
Birçok ülke gibi Türkiye’de de asgari ücretin tespit süreci, işçi-işveren ve devletten oluşan korporatist bir oluşum içinde ve ulusal düzeyde yapılan toplu pazarlık görüntüsündedir.
İşte bu noktada şunu sormak gerekir: Bir ülkede geçerli olacak taban ücret olacaksa ve miktarı -geçen hafta da paylaştığım gibi- uluslararası sözleşmelerinin yanı sıra TC Anayasası’nda da ifade edilen “tüm çalışanların emeklerinin karşılığı olan, kendisi ve ailesinin insanlık onuruna yakışır yaşam sürmesini sağlayacak bir ücret alma hakkına sahip olduğu” ilkesinden hareketle belirlenecekse; asgari ücret, bir pazarlığın konusu olabilir mi?
Yanıtı hemen verelim: Olabilir. Ancak pazarlık evrensel olarak kabul gören “işçinin kendisi ve ailesinin yaşamını insanlık onurunu sağlayarak sürdüreceği” miktarın üzeri için söz konusu olabilir. Örneğin 2021 yılı için sürmekte olan asgari ücret görüşmelerinde Türk İş’in dört kişilik ailenin zorunlu ihtiyaçları üzerinden “yoksulluk sınırı” olarak belirlediği 8 bin 198 TL’yi işçinin kendisi ve ailesine onurlu bir yaşam sürdürebileceği asgari miktar olarak kabul edersek; yapılacak pazarlık ancak bunun üzerinde bir ücret oluşması için yapılır. Bunun altında yapılacak bir ücret pazarlığı, “işçinin yoksulluğunu, sefaletini mutlaklaştıran ve ancak sefaletin düzeyini belirlemek” için yapılan bir pazarlık olur!
Türkiye’de Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda yapılan tam da “işçinin sefalet düzeyini belirleme” pazarlığıdır. Zira sermaye ve devleti temsilen siyasi iktidarın asgari ücret için getirdiği teklif, Türk İş’in belirlediği yoksulluk sınırının üçte birinden bile azdır.
Geçtiğimiz hafta içinde sermaye sınıfının iki önemli örgütü, Genç Yönetici ve İş İnsanları Derneği (GYİAD) ve Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) işbirliğiyle hazırlanan “Türkiye’de Genç İş Piyasası ve Geleceğine Bakış Raporu” açıklandı. Raporda üzerinde tartışılması gereken pek çok veri bulunmakla beraber öne çıkan; genç işsizliğinin boyutları ve 18-30 yaş arasındaki genç işçilerin yüzde 64’ünün, 18-22 yaş arasındaki genç işçilerin ise 74.3’ünün sadece yol-yemek veren bir yerde, karın tokluğuna çalışmaya razı olması idi. Raporun gerçekleri yansıttığına kuşku yoktur; AKP’nin 18 yıldır hararetle uyguladığı neoliberalizmin ve sınıf mücadelesine yönelik baskıların ortaya çıkarttığı sonuç tam da budur. Ancak asgari ücretin gündemde olduğu bir süreçte bu raporun yayınlanması iktidara bir eleştiri mahiyetinde değil, “karın tokluğuna çalışmaya razı olunma” halini öne çıkartıp, “sefaletin dibi denebilecek olan asgari ücrete emekçileri razı etmeyi” amaçlamaktadır.
Sermaye kesiminin bu çabasını, kendi sınıfsal çıkarını savunmak açısından, pazarlık taktiği olarak taktire şayan bulmamak mümkün değildir. Buna karşılık işçi sınıfı örgütlerinin bu süreçte izlediği politika, taktik ve stratejiler için aynısını söylemek mümkün değildir. İşçi örgütlerinin asgari ücret tespiti sürecinde attıkları en çarpıcı adım (belki de tek adım) Türk İş, Hak İş ve DİSK’in yaptıkları ortak açıklamadır. “Asgari ücret insan onuruna yaraşır bir geçimi sağlamalıdır.” talebinin dillendirildiği açıklama son derece yüzeyseldir ve ortak mücadeleye ve eyleme dair hiçbir somut söz söylenmemiştir. Keza toplantının ardından DİSK dışındaki konfederasyonlardan bürokrasinin gereği genel geçer sözler dışında ses çıkmamıştır. Türk İş ve Hak İş, -hükümetle karşı karşıya gelmemek ve işçilerde beklenti yaratmak istemediklerinden olsa gerek- herhangi bir rakam telaffuz etmezken DİSK, asgari ücretin en az 3 bin 800 TL olması ve vergiden muaf tutulması gerektiğini açıklamıştır.
Siyasi partiler de gündemlerine aldıkları asgari ücretin ne kadar olması gerektiğine dair açıklamalar yapmıştır. Açıklamaların hemen tümünde emeğin hakkının verilmesi ve insan onuruna yakışır yaşam sürecek bir miktarın asgari ücret olarak belirlenmesi gerektiği belirtilmiştir. Ancak 2021 için talep ettikleri asgari ücret rakamı, (asgari ücretin 8 bin 085 TL olması gerektiğini belirten Saadet Partisi dışında) Türk İş’in Kasım ayında açıkladığı raporda bir işçinin “yaşama maliyeti” olarak belirlediği 3 bin 074 TL civarındadır (İYİ Parti 3 bin TL, CHP 3 bin 100 TL, Gelecek Partisi 3 bin 300 TL, HDP 4 bin TL). İktidar cephesinin (AKP, MHP, BBP) telaffuz ettiği rakam ise bir işçinin yaşamını sürdürebileceği asgari miktarın bile altındadır.
Göstermelik olamanın ötesine geçmese de asgari ücret “pazarlığı” sermaye ve işçi sınıfı arasındaki çıkar çatışmasının somut biçimde açığa çıkmasına vesile olmuştur. Sermaye tarafı, işçilerin yol ve yemek parasına bile çalışmaya razı olduğunu ifade eden, sefaleti daha da arttıracak bir ücreti meşru kılacak bir raporla masaya daha güçlü oturmaktadır. Buna karşılık sendikalar ve işçilerin “oy”una talip siyasi partiler ise ne yazık ki “açlık sınırı”nı esas alan bir kabulle emekçilere sefaleti reva gören bir anlayışla, asgari ücret komisyonunda yapılan, “işçi aç kalsın mı kalmasın mı” pazarlığına razı olmuşlardır.
Elbette sendikaların gücünü de siyasi partilerin sınıflar arasındaki tercihini de belirleyen “işçi sınıfın bilinci, örgütlülüğü ve mücadele iradesi”dir. Bir sendika yönetiminden ya da siyasi bir partiden işçi sınıfının gücünün ötesinde bir mücadele beklemek gerçekçi olmaz. Ancak emekçileri temsil eden veya haklarını savunduğunu iddia eden örgütlerin, sermayenin kurguladığı “işçinin sefalet düzeyini belirleme” oyunun bir parçası olması da kabul edilemez.
İşçi sınıfı bugün tüm örgütsüzlüğüne ve tüm baskılara rağmen ülkenin dört bir yanında yürüttüğü küçüklü, büyüklü mücadelelerle emeğinin hakkını aramaktadır. Sınıf örgütlerinin bu süreçte yapması gereken emekçilerin umutsuzluğunu besleyip, sefalete razı etme sürecine katkıda bulunmak değil, emeğinin hakkını aldığı, insanlık onuruna yaraşır bir yaşam tahayyülü etrafında mücadeleyi örgütlemektir.