“Evimizi kaybettik, yani günlük yaşamın aşinalığını. İşimizi kaybettik, yani bu dünyada bir işe yaradığımıza dair inancı. Dilimizi kaybettik, yani tepkilerin doğallığını, jestlerin basitliğini, duyguların serbestçe dışavurumunu. (…) Ve bu özel yaşamlarımızın parçalanması anlamına geliyor.”
Müge Yamanyılmaz*
Hannah Arendt, “Biz mülteciler” adlı makalesinde göçün yıkıcılığını bu şekilde ifade ediyor. Sadece toplumsal, kültürel, ekonomik bir kayıptan değil göçün sebep olduğu o kırılganlıktan, duygularımızdaki bitkinlikten, kendimize sızdığımız yerlerdeki tıkanma ve kayıplardan da söz ediyor.
Hatırlamakta fayda var: Bu topraklarda, Kürtlerin 1984 yılında başlayan 1990-1995 yılları arasında artan zorla yerinden edilmeleri sürecinde 3700’den fazla yerleşim yeri boşaltıldı, 3 milyondan fazla Kürt köylüsü göçe zorlandı. Kadınlar ise bu göç süreci öncesinde, göç yolunda ve “kente entegre” olurken erkeklerden farklı deneyimlediler. Biraz daha geriye gitmek mümkün: 1925 Şark Islahat Planı’yla başlayan ve 1934’te İskân Kanunu’yla devlet tarafından yerinden edilenlere en azından yerleşecek bir yer, ekip biçecek alan gösteriliyordu. 90’larda devletin Kürtleri yerinden ederken yerleşecek bir yer gösterme “nezaket”inde bulunmadığını da söyleyelim.
Kürt kadınlar, göçle, tıpkı Arendt’in söz ettiği türden bir parçalanmışlıkla “yabancı” bir toplumsal ilişki yumağına sürüklendi. Dilinin, sözünün, eyleminin ve emeğinin hükümsüzleştiği kentlere, alıştıkları toplumsal, kültürel ve ekonomik çevrenin dışına itildikleri kentlere tutunmaya çalıştılar. Pazarlık gücünden yoksun emekleriyle kayıtsız ve güvencesiz iş piyasasında, sömürünün en açık işlediği mevcut neoliberal düzende yerlerini aldılar.
Sermaye, Kürt bekâr genç kadın ve kız çocukları sayesinde özellikle tekstil sektöründe hem etnik kimliği hem de kadınlık durumunu lehine kullanmayı ihmal etmedi. Sosyal dışlanma kaygısıyla yaşadıkları mahallenin dışına çok az çıktılar, çıktıklarında da masum ve mağdur oldukları ölçüde sevildiler. Mağduriyet dışında bir öznellik gösterdiklerinde ise dışlandılar, ayrımcılığa ve erkek-devlet şiddetine yeniden ve yeniden uğradılar. Dışlanmayı aşmak için ön yargıları kırma yükümlülüğü yine dışlananda idi. Kürtlerin göç ettikleri kente “entegrasyon” veya “uyum”u için (kadın özgürlük mücadelesi bunların yerine “birlikte eşit yaşam”ı koyuyor) dahi bir politika üretilmedi. Sadece, Kürt düşmanlığının sermaye, okul, medya ve yargı eliyle yeniden üretilmesine şahit olduk.
90’larda zorla yerinden edilen Kürtlerin göç hikâyelerine dair çok şey yazıldı, araştırmalar yapıldı, filmler çekildi. Kürt kadınların deneyimleri ise hem her kadın özelinde biricikti hem de kolektif göç belleğinin bir parçasıydı. Ortaklaştığı yer ise “geçicilik”, “araf”, “sıkışmışlık” kelimelerinde ifade buluyordu.
Peki, 20-25 sene sonra ne oldu? Göç İzleme Derneği’nin kısa bir süre önce ikinci baskısını yaptığı “2015-2016 Sokağa Çıkma Yasakları Sürecinde Kadınların Göç Hikâyeleri” adlı kitapta kadınların anlattığı hikâyeler hem yeni hem de çok eski, hem çok tanıdık hem de çok “yabancı”. Yine o buz gibi rakamlara dönüp bakalım: Ağustos 2015-Ağustos 2016 tarihleri arasında, yani 1 yılda 500 bin insan yerinden edildi, bu yerinden edilmeden 1 milyon 671 bin kişi etkilendi, en az 321 sivil yaşamını yitirdi.
Sokağa çıkma yasakları döneminde Sur’da yaşayan, evi orada olan Xezal anlatıyor: “Elimi kaldırdım, erkek bir polis üstümü aradı. Ona dedim ‘Sen beni arama. Kadın polis arasın.’ Sırtıma bir tekme vurdu, beni duvara yapıştırdı…”
Yüksekova’da olan üniversite öğrencisi Evin: “Devletin güvenlik güçleri kadını bir ziynet eşyası gibi görüyor, DAİŞ sistemi var ya, bize öyle bir zihniyetle yaklaşıyorlar. Kadınların özgüvenini yıkmak istiyorlar ama kadınların özgüveni yıkılmadı. (…) Biz kimsenin namusu değiliz. (…) Kimsenin iç çamaşırlarımızı ortalığa saçarak namusumuzu ortadan kaldırdığı yok. Kadın Kürtlerin namusudur diyorlar ya ben namus değilim…” diyor. Ve hemen ekliyor: “Evimiz neden yıkıldı demiyoruz. Biz artık kendi gerçekliğimizi biliyoruz. Böyle şeyler her zaman başımıza gelecek, onlar yıkacak biz kuracağız”
Şırnak’tan Bermal anlatıyor: “Regl olduğumuzda evdeki kumaşları kesip kullanıyorduk. Kadınlar rahatsızlanıyordu, kanamaları oluyordu. Birçok kadın o dönemde düşük yaptı korkudan.” Sokağa çıkma yasaklarında hayatta kalan kadınlar 90’lardakinden farklı olarak, bu defa batıdaki büyük kentler yerine, genellikle çevre il ve ilçelere göç ettiklerini, geri dönecekleri günü beklediklerini, umut ve kaygı arasında gidip geldiklerini söylüyorlar. Hayatta kalanlar başta regl düzeninde bozukluklar, erken menopoz gibi çeşitli sağlık sorunları yaşamaya devam ediyorlar. Yine bu süreci yaşayan kadınlar özellikle hikâyelerini paylaşırken post-travmatik stres bozukluğu durumları, titreme nöbetleri, anksiyete, konuşma bozuklukları, zaman zaman hatırlama güçlüklerini daha yoğun bir şekilde yaşıyorlar. Bu hikâyeler ağır evet ancak bu hikâyeler çoğaldıkça Kürt kadınların yaşama tutunma ısrarı da yersiz yurtsuzlaştırılmış, hikâyeleri susturulmuş tüm kadınlara; Özbekistanlı Nadira Kadirova’ya, Suriyeli Emani Al Rahmun’a ses olabilir. Kadınlar, dayanışmaya ve mücadeleye, bulundukları yer neresi olursa olsun yaşamı yeniden kurmaya cesaretle devam ediyorlar.
Evin’in dediği gibi: “Onlar yıkacak biz yine yapacağız…”
*HDK Kadın Koordinasyonu ve HDK Göç ve Mülteciler Meclisi