Geçtiğimiz hafta Türkiye’de gerçek siyaset değilse de, partiler arası siyaset ‘orduya hakaret’ tartışmaları ile geçti. CHP’li bir vekilin katıldığı TV programında söyledikleri, trollerden başlayarak, Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, TOB, ve en nihayet Cumhurbaşkanına kadar iktidar ve payandası çevreler tarafından tahrif edilerek eleştirildi. RTÜK başkanlığı da yayını gerçekleştiren kanala ağır bir yayın durdurma cezası verdi.
Bu toz duman içinde salgında Türkiye’nin dünya ikinciliğine yükselmesi, asgari ücret belirleme komisyonunun toplantısı gibi yaşamsal konular gündemin alt sıralarında yer aldılar. Bir bakıma murat edilen sonuca ulaşıldığı da söylenebilir.
Ordu kavramını böylesine saldırgan bir üslupla savunmanın en önemli dayanağı ise silahlı kuvvetlere, orduya atfedilen kutsallık sıfatı. Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, hatta çoğundan daha yoğun bir şekilde Türkiye’de devlet ve ordu kavramlarına kutsallık atfedilir.
Devletin kurucu kadrolarının hemen tümüyle, Turgut Özal’a kadar bütün cumhurbaşkanlarının asker kökenli olmaları, Türk Gladio’sunun, dolayısı ile derin devlet yapılanmasının, daha doğrusu illegal devletin muvazzaf ve emekli askerlerden oluşması, ordu- siyaset denklemini net bir şekilde görmemizi sağlıyor.
İktidarı ve muhalefeti ile sivil siyasetin bu kutsal güce toz kondurmaması, sırasında bu yapının suç sayılması gereken fiillerini görmezden gelmesi ülkede demokratik teamüllerin asla kök salmamasının birincil nedenlerindendir. Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde uyuşturucunun ZPT olarak tanımlanan zırhlı personel taşıyıcılarla nakledilmesi, JİTEM infazları, hatta bu yapılanmanın varlığı somut ihbar ve itiraflara rağmen örtbas edildi. Eski Genelkurmay başkanlarından İlker Başbuğ’un sorgulanması ve ardından tutuklanması bir ‘FETÖ’ operasyonu olarak tanımlandı ve Başbuğ tahliye edildi. O günden sonra Zir vadisinde kamufle edilen silah ve cephanenin akıbeti de dava dosyası kapatılarak örtbas edildi.
Gençlik yıllarımızdaki öğrenci eylemlerinde polis iktidarın zor unsuru olarak değerlendirilip nefret ögesine dönüşürken askere her zaman sempatiyle yaklaşılırdı. Karşı karşıya gelinmesi halinde ‘Ordu- gençlik el ele’ sloganı atılırdı. Yeşilçam sinemasının işlediği babacan polis imgesi çok çabuk aşındığı halde, ‘Mehmetçik’ kavramının JÖH, PÖH, JİTEM gibi unsurların eylemleriyle kararması halen fark edilmiyor.
CHP Genel Başkanı da partisinin vekilini savunmaya çalışırken ordu için ‘Peygamber ocağı’ ifadesini kullandı. Böyle lafları muhatabının gözüne bakmadan etmek kolay olsa gerek. Aynı Kılıçdaroğlu, kızı Ceylan Önkol’un vücut parçalarını eteğinde toplayıp evine getiren anneye de söyleyebilir mi bu sözü? Ya da annelerinin kapı önünde kalan cesedinin başında köpekler yaklaşmasın diye nöbet tutan Taybet Ana’nın çocuklarına? 12 yaşındaki kızının cenazesini kefenledikten sonra naylonlara sarıp günlerce evdeki derin dondurucuda koruyan aileye de anlatabilir mi ‘Peygamber ocağı’ masalını?
Halifenin ülkesinde halk yurttaş değil kul idi, reaya idi. Yeni devletin kuruluşunun 100., Cumhuriyet’in ilanının 97. yılında halen reaya olmak kabullenilmesi hiç de kolay olmayan bir durum. İşte bu zor durum, bugüne kadar toplumu devletin veya ordunun kutsal olduğuna inandırmakla başarıldı. Ama günlük deneyimler, haksızlığa uğrayanların her adalet çığlığında karşılarında devletin zor unsurlarını görmesi algıları da değiştiriyor.
Gasp edilen maaşları ve kıdem tazminatları için Ankara’ya yürüyen maden işçilerinin, önlerini kesen jandarma birliğinin komutanına yönelik sözleri ‘Peygamber ocağı’ ucuz lafını daha da ucuzlatıyor.
Yönetenle yönetilen arasındaki karşıtlığın bu aşamasında, benzer hamasi sözlerin geçerliliği hızla tükeniyor.
Türkiye’nin yokluğundan mustarip olduğu şey gerçek bir muhalefet. Köklü bir sistem sorgulamasına gerek var, çarpık sömürü düzeninin tüm yanlışlarıyla ama farklı kadrolarla sürdürülmesine değil.