‘Burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi.’ Tezer Özlü’nün bu artık klişe olmuş sözünü bundan sonra daha sık duyacağız. Çünkü CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu açıkça ailesinin takip edildiğini, telefonlarının dinlendiğini belirtiyor; Alaattin Çakıcı tarafından aleni işkence ve ölüm tehdidi altında olduğu da kamuoyu tarafından biliniyor. Öncesinde, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın bizzat İçişleri Bakanı tarafından adeta tehdit edilişine tanık olmuştuk. Bu günlerde bir CHP milletvekili hakkında tank fabrikasındaki Katar hisselerine değinirken kullandığı ‘satılmış ordu’ ifadesi üzerinden yaygın bir linç kampanyası yürütülmekte. Ülke içinde üslenmiş cihatçı çeteler ise -polis istihbaratına göre- İstanbul’un CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı’na suikast için harekete geçmiş durumda.
Tehdit ve tacizin siyasal hiyerarşinin üst kademelerine bu şekilde tırmanarak ana muhalefetin lider kadrolarını öldürme eşiğine gelmesi, toplum sathında zaten yaygınlaşmış olan güvenlik endişesinin de zirve yapmasına yol açıyor. Zamanımızın Türkiye toplumu, Ulrich Beck’in ‘Risk Toplumu’ tezi için adeta bir laboratuar haline gelmiş durumda.
Toplumun kendini risk içinde ya da tehdit altında hissetmesi, geçmiş yüzyılın özellikle son çeyreğinde bireysel sigorta sektörünün şişmesi için elzemdi. 21’inci yüzyıla geçişle birlikte ise dozu giderek artarak yaygınlaşan risk ve tehdit algısı, küresel ölçekte bir ‘güvenlikçi doktrin’in hegemonyasına ve buna bağlı olarak bir özel güvenlik sektörünün parlayışına neden oldu. Risk toplumu tezinin bir boyutu, bu yoktan var edilen sigorta ve güvenlik sektörlerinin niteliğini ifşa ederken bir başka boyutu da modern devletlerin bir bütün olarak varlık nedeninin sorgulanmasına yol açıyor. Özel mülkiyetimizin tehdit altında olduğu kaygısından başlayarak özellikle iletişim, takip ve kontrol teknolojilerinin yaygınlaşması sonucu özel alanımızın da güvenlik riski içinde olduğunu hissediyoruz. Öte yandan ‘iç ve dış mihraklar’ ve terörizm tehdidi gibi resmi manipülasyona paralel olarak mafyalaşma ve suç olgularındaki somut artış ile birlikte güvenlik riski, artık aile bireylerimizin hayatına ve kendi canımıza kastedecek kadar ilerlemiş bulunuyor.
Canımız ve malımız bu kadar risk altında ise biz bu devletlere neden vergi veriyoruz? Liberal siyasetin sorduğu bu haklı soru, modern devletin kurucu metnini yazan Thomas Hobbes’un devletin zorunluluğunu bireysel güvenlik ihtiyacında gösteriyor olmasına dayanır. Devlet, ‘herkesin herkesle savaş’ haline son veren arabulucu otoritedir; asayişi sağlayarak toplumsal harmoninin oluşmasına zemin hazırlar. Günümüzde muhalif haberci ve yorumcuların, ana muhalefet liderliğinin mafya ve iktidar ortağı MHP tarafından işkence ve ölümle tehdit edilişi karşısında kapıldıkları ve ‘devletin kurumları ortadan kaldırılıyor’, ‘hukuk kalmadı’, ‘hükümet mafyanın yanında’ gibi cümlelerde ifade ettikleri dehşetin kökeninde bu kurucu felsefe yatmaktadır. Buna karşılık ise hükümet kanadı, yine aynı felsefeye yaslanarak güvenlik kurumlarının daha da güçlendirilmesi gereğine işaret edecektir.
Toplumda risk algısı artışının, liberal eleştiriye olduğundan çok güvenlikçi doktrinin ve buna bağlı olarak da devletin şiddet aygıtlarının meşrulaştırılmasına ve güçlenmesine hizmet etmekte olduğu görülmektedir. Risk toplumu olgusu, resmi söylemde şöyle ifade edilecektir: Ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olan devletimize yönelik iç ve dış tehditler artmaktadır; o halde askerimiz, polisimiz, bekçimiz, istihbarat şebekemiz ve dahi cihatçı vekalet çetelerimiz daha da çoğalmalı ve güçlenmelidir. Her toplumda bu kadar vulgar yöntemlerle olmasa da ‘risk toplumu’ algısındaki artış, bir dönem Batı toplumlarında doğal afet, nükleer savaş ya da hırsızlık/soygun gibi risklerin abartılarak bireysel sigorta satışlarına tavan yaptırılması misali, güvenlikçi doktrinin ve buna bağlı olarak da devletin şiddet aygıtlarının güçlenmesine hizmet etmektedir.
Devrimci muhalefet, emekçi kitleler, Kürt halkı ve Kürt özgürlük hareketi açısından, sosyal demokratlarla orta sınıfların bugün içine düştüğü bu panik ve dehşet atmosferi, bir okul müsameresi dekorunu andırmaktadır. Bugün paniğe kapılmış liberal, sosyal demokrat ve Kemalist çevrelerin dönmeyi arzuladığı ‘şanlı tarihin’ her aşamasında ‘bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi’ tarafından zulmedilmiş ve katledilmiş binlerce emekçinin, devrimcinin ve Kürdün adı yazılıdır: 1915’de 19 yoldaşıyla birlikte Beyazıt meydanında asılan Paramaz’dan Mustafa Suphi’ye, Şeyh Sait’ten Mahsum Korkmaz’a, Sabahattin Ali’den Mahir Çayan’a, Seyit Rıza’dan İbrahim Kaypakkaya’ya, Deniz Gezmiş’den Sakine Cansız’a kadar. O ‘şanlı tarih’; soykırım, iş ‘kazaları’, resmi cinayetler ve toplu katliamlar tarihi olarak da okunmaya son derece müsaittir. Sistemik muhalifler, yüz yıldır zaten güvenlik paranoyasıyla sarhoş edilmiş bir risk ve linç toplumu içinde yaşadıklarının farkında. Cumhuriyet tarihi boyunca bu insanlık suçları silsilesinin faili ya da ortağı olmuş sosyal demokratların ve orta sınıfların da günümüzde benzer bir güvenlik riski içine girmiş olmaları, kaygı verici olduğu kadar olumlu sonuçlara da gebedir. Sistemik muhalefetin kapıları açıktır; çünkü burası artık ‘sizi de öldürmek isteyenlerin ülkesi’ haline gelmiş bulunmaktadır.