Ali Tepe
Bir emek ürünü olan ve doğal olarak insan’a ait olan bilgi, mülkiyet ilişkilerini düzenleyen bir aracı meta olabilir mi? Olabilir, olduğunu görüyoruz. Çünkü mülkiyetin ya da sınıfın varlığı, en geniş anlamı ve kapsamıyla bilgiyi, ideolojiyi yeniden üreten bir argümana indirgerken, onu üretenleri de onu kullananların hizmetinde birer aracı durumuna da getirmiştir. Bilginin toplumsal olmaktan uzaklaşarak sınıfa ait kılınması, genel bir uzmanlaşmayı ve “ötekiler” karşısında bir dayatmayı, bir zor aracını da tanımlar. Uzmanlaşma ise toplumsal ve insansal tahribatı yüksek bir yabancılaşma-yabancılaştırma kurgusunun gizlenmiş adı olarak bu süreçte karşımıza çıkan bir unsurdur. Uzmanlaşma kavramının ete kemiğe bürünmüş, somut hallerinden birisidir “bilim insanlığı.” Bu durum, “bilim insanını”, devlet kurgusunun herhangi bir yerinde kendisini -çoğu zaman aksini iddia etse de- konumlandırmasına da neden olacaktır. Ne yazık ki var olabilmesi için bu bir zorunluluktur!
Bilim-iktidar ilişkisi
Bilim insanının iktidar/devletle ilişkileri, ister sınıflı isterse sınıfsız olarak kurgulanmış olsun devletin olduğu her yerde sofistike bir sorun olarak varlığını sürdürecektir. Bu türden bir var olma zorunluluğunun yarattığı sorunlar yanıtlanması zor -ideolojik göreceli yanıtlara sahip- soruları “ötekilerin” gündeminde tartışılmasına da neden olacaktır. Bu bağlamda basitinden bir soru “bilim insanı iktidar kurgusunun neresindedir?” şeklinde oluşturulabilir ki, bu basitlikte bir soru bile yanıltıcı ve sorun’un niteliğini gizleyici özellikler içerebilir. Öncelikle belirtilmesi gerekir ki, bu soruyla ifadesini bulan yaklaşım, “bilim insanının” -bir kimlik olarak- sınıfsal niteliğini gizlemeye ve onu toplumsalmış gibi göstermeye yarayan açık uçlar içerir. İktidar devleti tanımlar. Örnek olsun “iktidarın üstünde” yanıtı bile bu bağlamda “sınıflar üstü toplum için” şeklinde özetleyebileceğimiz ideolojik bir saptırmanın ilkel bir söyleminden başka bir şey değildir.
Egemenlerin ‘bilimi’
“Bilim, sınıflar/iktidarlar üstüdür” yaklaşımı sınıfların/devletin varlığını meşrulaştırır. Sınıflar üstüymüş gibi duruşta, aslında egemen sınıfın yanında duruşu gösterir. İyi niyetli bir yaklaşımla; bilim insanı, kendisini böylesine çetrefilli bir yolla tanımlamaya çalışıyorsa en azından durduğu yer konusundaki utancını gizlemeye çalışıyordur. Ne var ki o, bu haliyle bu konumlanışa zorunlu, bu konumlanışa muhtaçtır. Pandemi sürecinde “bilim kurullarının”, “bilim danışmanlarının” hallerini anımsayın. Örnekler bu türden soruları kolaylıkla yanıtlayacak zenginlik içerir!
Tekrarlarsak, bilginin metalaşması/piyasalaşması durumu kaçınılmazdır. Bilgiye sahip olma ve bilgi üretme, ancak devletsiz bir toplumda, toplumsallaşabilme niteliğine sahip olabilecektir. Egemenler, bilgiyi-bilimi lehine çevirebilecek ve kendine kullanacak tüm araçlara sahiptir. Bu araçlar bütünü, devletin bir başka tanımıdır. Devlet olgusu içinde sınıfsal ilişkilerin değişimi, bir taraftan bilim insanının sınıf bağlantısını gizlemeye yararken diğer taraftan da onu -herhangi bir şekilde yapılandırılmış- seçkinler grubunun üyesi yapar. Seçkinleşme durumu ise egemen yapıya bağımlılığı güçlendirecektir.
Seçkinleşme süreci
Devlet bir taraftan “bilim insanı” yetiştiren bir yapı olarak işlev görürken diğer taraftan da -haklı olarak bu işlevinin karşılığını bekler, gerekirse zorla alır. Bu ilişki onun, “ötekiler/bizler” karşısına bir sorun olarak çıkmasına da aracılık eder. Çünkü bu ilişki her zaman doğrudan, doğruca algılanması mümkün olamayan bir zor aracını da niteler.
Bu bağlamda pandemi sürecinde yeniden karşılaşılan bir diğer sorun da bilginin bir erk aracı olarak kullanılmasına bağlı olarak gelişen, bilim insanının sınıf ve iktidar yanında “seçkinleşme” sürecinde, realite durumuna yaslanılarak, devlet ideolojisini, piyasa ilişkilerini ve bu ilişkilerin etiğini içselleştirmiş “bilim insanı durumunun” reddedilememesi oluşturur. Böylece “toplum/halk” adına bilgi üreten, hizmetinin ve kuşkusuz egemenler lehine yaptıkları bu üretimlerinin (!) karşılığını egemenlerden statü ve doğrudan gelir olarak alan bilim insanlarının yaşantımıza bilim kanalıyla hükmetmeleri de meşruiyet kazanmaktadır. Bu şekilde bilim insanları etik kaygılardan uzak, sorgulanmaksızın ve bu bağlamda bir sorumluluk üstlenmeksizin devlet adına toplumsal görevlerini yapmaya koyulurlar!
Yanılsama
Geçtiğimiz günlerde bu içerikte yaptığımız tartışmada bir bilim insanı arkadaş durumunu şu sözlerle savunuyordu: “Halkın yaşamına onların sağlığı adına müdahalede bulunuyorsak kendimizi herhangi bir ideoloji ya da sınıfla ya da devletin hizmetinde olup olmama şeklinde tanımlamaya gerek var mı?” İşte en yalın haliyle elitizm; uhrevi bir yetkiyle donandıklarını sanırlar, gerçekten devlet kavramının büyüklüğü düşünüldüğünde (!) bu sanrının haklılığına da katılmamak mümkün değil! İşte bu uhrevi donanmışlığın kendilerine kazandırmış olduğunu sandıkları belirleyicilik yetkisi ile rejimin ve bilgisel egemenliklerinin desteğini de alarak yeni güçlerini sürdürülebilir kılma çabası içine girerler. Güç oluşturma çabası, kendisini toplumdan-sınıftan bağımsızlaştırmayı ussallaştıran sürecin bir aşamasıdır. Bu şekilde de kendilerine verilen seçkinlik onuru, kendileri tarafından korunmaya ve yeniden üretilmeye çalışılır. Giderek seçkinliği bir mutluluk kaynağı olarak görürler. Ne var ki bu, yabancılaştırıcı işlevi gören bir yanılsamanın da göstergesidir. Doğal olarak her şeyin farkında olması gereken bilim insanı bilgiye sahip olduğunu zannettiği zamanlarda -çoğu kez olduğu gibi- mutlu iken, “bilgisine yeterince değer verilmediği” için işlerin ters gittiğini iddia ederken de mutsuz görünmeyi tercih edecektir.
Diğer taraftan “bilim insanı” sayılmanın yegâne şartı imiş gibi gösterilen “akademisyenlik” durumu da yanılgıların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bugün itibarıyla piyasanın bir aracı konumuna indirgenen akademilerden alınan unvanlar bilim kavramı ile aynı potada harmanlanabilmekte ve bir “bilim insanı” kartvizitinin oluşumuna katkıda bulunmaktadır. Medyadaki pandemi oturumlarında kimi zaman kavga halini alan tartışmalarda akademik unvanların üstünlük aracı olarak kullanıldığına şahit olmuyor muyuz? Üstelik YÖK adındaki bir kuruma doğrudan ya da dolaylı bir biat!
Bilginin mülkiyeti
Bilgiyi bir mülkiyete dönüştüren “bilim insanı” sadece kendisini topluma bilimsel müdahalede bulunmakla zorunlu sorumlu saymaz, bunu bir zor aracı haline de dönüştürür. Pandemi sürecinde görülen budur, bilim insanlarının sosyolojik birer vakıa halini alan yaşantılarımıza davetsiz konukluk hali ve ürpertici ancak dayanaksız öyküleri çok değil birkaç on yıl sonra antropolojik bir olguya dönüşecektir.
2020 pandemi yılının fetiş -nesnesi değil- özneleri bilim insanları olmuştur. Fetişe edilen kendisini önemser. Ve kendisini önemseyen, seçkincilik sanrısının eklenmesiyle, söz ettiğimiz bağımsızlaşma döngüsünü alabildiğine daraltır. Artık o tek başına toplumun yol göstericisidir. Her şeyi bilen, her şeyi önceden gören, giderek, toplumun kaderini elinde tuttuğuna inanan bir ermiştir o!
Devletin konumlanışı
Gerek iktidar/devlet yanında gerekse karşısında konumlansın -bunun çoğu zaman öyle imiş gibi- olduğunu düşünürüm, kuşkusuz her zaman değil- seçkinlik ve fetişe edilme hali onun ilişkilerini belirleyen unsurlar olagelecektir. Sınıflı toplumlarda, herhangi bir devletin olduğu yerde bilim insanının devlete karşı konumlanışı ya da bu ilişkinin niteliği niceliği bir toplama çıkarma hesabından ötede değildir. Bilim insanı dayatmasının ve bilgi birikiminin bir egemenlik ilişkisine dönüşmesinin engellenebilmesi ve bilim insanının toplumdaki üretim ilişkilerindeki yerinin doğru tanımlanmasından geçer. Ve bu koşullarda “muhaliflik” durumu bilim insanları özelinde yeniden gözden geçirilebilir.
Pandemi sürecinde bu bağlamda gördüklerimiz, yaşadıklarımız ya da doğrudan şahit olduklarımız bizleri bu türden yargılara götürür. Sahip olduklarını düşündüğümüz bilginin dayatmaları, zor kullanımları, sahip olmadıkları, gerçek ya da doğru olmayan, bilmedikleri bilgilerin dayatılmasına aracılık etmiştir. Bilim insanlarına karşı oluşan güvensizliğin temelinde yatan “maddi” gerçekler bunlar iken bu güvensizliğin ana nedeni onların devlet ile olan soyut ve somut ilişkileri iktidar kurumu ile olan gerek maddi “manevi” gerekse ideolojik doğrudan ya da dolaylı bağdaşıklık durumu olmalıdır.
Resmi bilim
Pandemi sürecinin bugün geldiği yer itibarıyla bilim insanlarının yaptıkları her türlü dayanaksız bilgi dayatmalarıyla, söyledikleri, söylemedikleri ya da söyleyemedikleriyle, söylediklerini bir süre sonra olumsuzlamaları ya da söylemediklerini iddia etmeleriyle, söylemediklerini ya da söyleyemediklerini itiraf edemeyişleriyle ya da ediyormuş gibi yapmalarıyla, miş mış gibi halleriyle doğrudan veya dolaylı politik destekleri ya da muhalifmiş gibi görünmeleriyle neyin ve kimin yanında oldukları ve neden orada oldukları bir kez daha net bir şekilde görülmüştür. Muhalif (miş gibi) olanların duruşları ve onların durdukları yer ayrı bir yazı konusudur.
Pandemi günlerinde bilim insanları aracılığıyla bir kavramla yeniden ve alabildiğine somut bir şekilde yeniden karşılaşma veya tanışma şansına da sahip olduk: Resmi bilim…
Şimdilik sonlarken kendilerine “Devletle bostan ekenin…” diye başlayan bir halk deyişini anımsatmak isterim.