Temel mezar taşına “Hastayım hastayım dedum, inanmadınız. N’ooldi?” diye yazdırmış ya hani, pazar akşamı Eğitim Sen kongresinden sonra dilime dolandı iyice. Biraz ağır bir şaka evet, kabul ediyorum, alınanlar olursa özür de dilerim ama hakikaten n’oldu bu kongrede? Önce birileri gitti, sonra başkaları; sonra gidenler kalanları suçladı, kalanlar gidenleri. Güzel. Okumadım hiç, kim ne yazmış ne etmiş, sebepler neymiş, daha doğrusu okurken sıkıldım yarıda kestim. Niye okuyayım ki? 50 yıllık öğretmen mücadelesi geleneğinin vardığı noktayı hangi belagatli metin açıklayabilir? 1969’da neredeyse 110 bin öğretmenin katıldığı büyük boykotu örgütleyebilmiş bir hareketten söz ediyoruz; daha da ilginci ve güzeli, o tarihte üye sayısı 80 bini geçmeyen TÖS’ün kendi dışındaki 30 bin öğretmeni kattığı bir harekettir sözünü ettiğimiz. Hangi tumturaklı bildiri, aradaki geniş açıyı kapatabilir? Geçtim 1960’ları, 1989’u nereye koyacağız?
Gerek de yok okumaya hem. Ne olduğunu biliyoruz. Uzun süredir uygulanan bir genel kurul yöntemi var Türkiye’de. Dürüst olalım, salonu terk edenlerin de, kalanların da, hepimizin ama hepimizin içinde olduğu bir yöntem bu: Pazarlıklı kongre! Önce ‘ön-kongre’, sonra malumun ilanı olan oylama faslı. ‘Verimli’ olduğu sürece itiraz etmediğimiz, pazarlık dışı kaldığımızda anti-demokratik bulduğumuz şu malum yöntem…
Bu iş önce partilerden başladı ve belki orada belki bir yere kadar anlaşılır bir durumdu. ‘Bir yere kadar’ anlaşılır evet, politik-ideolojik homojenlik açısından belki böyle düşünülebilir ama aslında orada da sıkıntılı. Çünkü yöntemin kendisi yanlış. CHP’nin son kongresindeki durum ve İlhan Cihaner rezaletini bu vesileyle hatırlamakta yarar var.
HDP’nin durumu ise -kuruluş biçimi açısından da- çok özel, biliyorum. Ayrıca, kan revan baskı koşullarında bütünlük ihtiyacı orada çok daha fazla, kongreyi yapabilmek bile bazen başarı anlamına geliyor; o yüzden uzlaştırma kurullarının önceden optimum bir liste oluşturma çabasını anlıyorum. Ama aslında orada bile bu durum, -şimdilik teorik olarak- ‘geçici bir uygulama’ sayılmalıdır. Yoksa normal bir ülkede, normal bir siyasal partide, (misal İngiltere’de!) insanlar kongreye gelirler, önlerinde seçenekler vardır, oylarını kullanırlar, futbol deyimiyle ‘iyi olan’ kazanır; öyle değil mi?
Türkiye’de asıl felaket, partilerde ‘ehveni şer’ olarak görülen bu durumun sendikalardan kitle ve meslek örgütlerine kadar yayılması oldu. Felaket sözcüğü abartılı değil, çünkü bu örgütler, partilerden farklı olarak çok daha heterojen yapılardır, sorun orada başlıyor zaten. Bu örgütlerin üyeleri bin türlü değişik düşünceye sahip olabilirler, onları bir araya getiren şey, partilerdeki gibi dar programlar değil, örgütlerin özgün alanlarıyla ilgili amaçlarıdır. Herhangi bir Eğitim Sen üyesi tabii ki çok yüksek politik amaçlar için de mücadele ediyor olabilir ama mesela benim 20 yıllık öğretmen yeğenim, sendikanın tüzüğünde yazan ‘amaçlar’ için oradadır, daha fazlası değil. Ve sendika onu da içinde tutmak, onun varlığına ve düşüncelerine değer vermek zorundadır. Armudun sapı üzümün çöpü meselesi değil bu. Yoksa bu memlekette bir tane madenciyi, bir tane metal işçisini yürütemezsiniz. Netice olarak, yapılan şeyin adı kabadır biliyorum ama maalesef durumun kendisi de kaba: Pazarlık! Kongreden birkaç gün önce, gruplar bir araya geliyor, oturup helalleşiyorlar, yönetim kurullarının bileşimi ve genel başkan belirleniyor. Sonra, Kongre yapılıyor, sen sağ ben selamet! Üye ve delegelerin iradesi ise paket program olarak şekilleniyor böylece. Peki, bu arada, uyduruyorum şimdi, Kastamonu’dan bir öğretmen arkadaşımız dese ki “Ben bu Eğitim Sen’i iyi yönetirim”, aday olması hukuken mümkün mü? Evet, mümkün. Gerçekte mümkün mü? Tabii ki değil!
Peki, şu mümkün değil mi? Elimize bir A4 kağıt alsak mesela, üstüne (siyasi eğilimlerin önerdikleri dâhil) yönetime talip olan insanların isimlerini yazsak; eh sonuçta delegeler de öğretmen, okumuş insanlar, kabinlere girip istedikleri isimleri işaretleseler olmaz mı? Böylece insanlar yine istedikleri, doğru buldukları eğilimlerin adaylarına oy verirler ama bu arada politik eğilimlerin ötesinde performans değerlendirme imkânı da doğmaz mı? Yani, olasıdır ki örneğin A şahsı benim siyasi eğilimimdendir ama tembeldir ve C şahsı başka bir cenahtandır ama enerji küpüdür. Olamaz mı böyle bir şey? Kendim için konuşayım, (hayal bu ya!) Sebahat Tuncel öğretmen olsa da mesela listede ismini görsem, siyasal eğilimini hiç düşünmeden anında mührü basarım! Bilirim ki Sebahat yılkı atları gibi deli divane koşturur; ama şahsen listede kendi adım olsa hayatta oy vermem! Ben kim sendikacılık kim yahu? Ama o zaman çok karışık bir yönetim çıkabilir ortaya… (Bakınız, RTE, İstikrar ve koalisyonların memlekete zararları üzerine özdeyişler.)
Ama o zaman yönetim hızlı kararlar alamaz… (Bakınız, RTE, Başkanlık sisteminde hızlı karar almanın avantajları üzerine nutuklar.)
Ama o zaman örgütlü geleneklerimiz zedelenir, bireyler öne çıkabilir… (Bakınız, Lenin, Kitle İçinde Parti Çalışması.)
Dalga mı geçiyorum? Hayır, ciddiyim. Hem de çok. Memleket her geçen gün daha yoğun bir karanlığa gömülürken, ‘istikrar’ın değil, ‘birlikte çalışmanın’ daha önemli olduğunu söylüyorum, çok basit bir fikir. Ayrıca, her şey bir yana, bu yöntemle gidildiğinde yine sizin siyasal maksadınız hâsıl olmaz mı? Yani siz, A siyasi eğilimi olarak doğru fikirlere ve çabaya sahipseniz, doğru insanlardan bir liste oluşturmuşsanız, neticede çoğunluğu yine kazanırsınız, öyle değil mi? Hakikaten safça soruyorum, öyle değil mi?
***
En baştaki soruya dönelim yeniden: N’oldu şimdi? Daha mı iyi oldu? Gidenlerin gitme hakkı var mı? Kalanlar “amaan giden gitsin bak ne güzel biz bizeyiz” diyebilir mi? Partiden gidersiniz de sendikadan gidebilir misiniz? Partide “az olsun öz olsun” diyebilirsiniz de sendikada diyebilir misiniz? Ceberrut bir yönetim altında 20 yıldır inleyen bu ülkenin sendikalar ve kitle örgütlerini yönetenler, yönetmek isteyenler böyle düşünebilir mi? Eğitim emekçilerinin 50 yıllık mücadele tarihinden bunu mu öğrendik?
Ben öğretmen filan değilim; eli öpülesi iyi öğretmenlerin devrimci yaptığı bir adamım, o kadar. Kendime ancak yeten bir aklım var, yazıyorum. Naçizane fikrim de şudur: 511 delegenin 193’ünün oy kullandığı bir manzara, sebebi ne olursa olsun kabul edilemez. Tarihin bu kritik evresinde sendikalarda da, partilerde de ihtiyacımız olan şey, ortak akıl ve ortak mücadele kültürüdür. En kısa sürede, Eğitim Sen’in bütün üyelerinin iradesinin eksiksiz yansıyacağı bir yöntemle olağanüstü kongre yapılmalı ve yeni bir yola çıkılmalıdır.
Son olarak, kehanet değil haşa; değil ama mümkündür. Bu ülkede bir gün gelir, sokaklarda öyle bir şey olur ki, bütün bu küçük hesaplar, sendikalar ve hatta politik örgütler bile ezilip gider. O zaman, o çocuklar, sizi (ve benim gibi köşesinden ahkâm kesenleri de) çiğneyip geçerse, sizin üyeleriniz ve sevgili delegeleriniz 16 yaşında veletlerin ardından barikattan barikata koştururken, bankta oturup hüzünle seyredersiniz/seyrederiz olup bitenleri. Zor olur biraz ama. Kalbi kırılır insanın…