‘İktidar gizlemesini bilenindir’ denmiştir. Gizleme işi de her dönemde eğitimli-diplomalı kesimler tarafından kotarılıyor. Gizleme, yalan, tahrifat, yok sayma, adıyla çağırmamayla, mümkün oluyor. Resmi tarihe, resmî ideolojiye dayalı bir egemen ideoloji üretiliyor ve peydahlanan egemen veya resmî ideoloji kitleler tarafından içselleştirildiğinde amaç hasıl oluyor. Dolayısıyla, egemenlik sadece kaba kuvvete, çıplak şiddete, devlet terörüne dayanmıyor… Başka türlü söylersek, iktidarın sürekliliği, ezilen ve sömürülen sınıflar nezdinde bir gönüllü kabullenme, gönüllü kulluk-ideolojik kölelik yaratmakla mümkün oluyor. Egemen/resmî ideoloji, olmayanı varmış gibi sunmayı başardığında da amaç hasıl oluyor… Bir inanç kategorisi haline gelen egemenin söylemi, artık sorgulanmaktan da muaf oluyor…
Sadece Amerika’da yaşayanlar değil, dünyanın her yerindeki insanlar ABD’deki rejimin ‘demokrasi’ olduğunu sanıyor, öyle olduğuna inanıyor. Neden? Söylemin gücü sayesinde… Oraya, demokrasinin beşiği, “özgürlük ülkesi” [Land of the free] diyorlar … Oysa ABD kurulduğu 1783 yılından beri demokrasinin yanından bile geçmedi… Gerçi bir demokrasi vardı ama orada geçerli olan köle sahiplerinin demokrasisiydi… Devletin kuruluşunu izleyen ilk 34 yılın 32’sindeki devlet başkanları köle sahibiydi… Oradaki rejimin demokrasiyle, özgürlükle bir ilgisi yoktu ama şiddetin ve devlet terörünün merkezi olduğu kesindi… Ne demekse kıtanın yerli halkları vahşi jenositlerle (soykırımlarla) yok edildi… Milyonlarcası hunharca katledildi, katliam artıkları da rezervasyon denilen alanlara hapsedildi… Afrikalı siyahlar hayvanlar gibi avlanıp gemilere yüklenerek ‘yeni dünya’ya taşındı… Devlet köle emeği üzerinden yükseldi… Yeni rejim Avrupalıların üstün saydıkları ırkçı kolonyalist kültür üzerine bina edilmişti… Demokrasi ve özgürlük şampiyonu ABD’nin yönetici elitinin Afrikalı kölelere reva gördüğü muamele, insan havsalasını zorlayacak boyutlardaydı… Siyah kölelerin maruz kaldığı vahşet ve kıyıcılığı – işkence, katil, aşağılama, ölesiye çalışmaya zorlama- anlatmakta kelimeler kifayetsiz kalırdı… Birleşik Devletler sadece mülk sahibi Beyaz Hristiyanlar için ‘demokrasi ve özgürlük’ ülkesiydi… Sınırsız sömürme özgürlüğü densin…
ABD’yi köle sahiplerinin, kapitalistlerin kurduğu/kurdurduğu iki parti yönetiyor… İnsanlar her dört yılda sandığa gidip, oligarşinin iki partisinden birine oy veriyor… Oligarşinin bir partisine değil de diğerine oy vermekle şeylerin seyri değişir miydi? Lâkin bir işe yaradığı aşikâr: kitleleri aldatmaya/oyalamaya yarıyor… Esasen seçilenler seçenleri temsil etmiyor… Ortada gerçek bir temsil ilişkisi yok… Zaten Kongre üyelerinin %39’u milyoner… Kendilerine oy verenlerle değil, başka şeylerle ilgileniyorlar… Zamanın çoğunu fon toplamakla geçiriyorlar… Geride kalan son 10 yılda federal hükümete güven %15’le %20 arasında seyrediyor… Başka kurumlara güven de daha yüksek değil.
Son seçimde Trump kaybetti ama 1916 seçimlerine göre oyunu 16 milyon artırdı… ABD tarihinde en çok oy alan Cumhuriyetçi başkan adayı oldu… Tutarsız, kaba, günde ortalama 7 kere yalan söyleyen, başkan seçilmeden önce defalarca hâkim karşısına çıkmış, 150 hileli iflasa adı karışmış, ırkçı hezeyanlarını gizlemeye bile gerek duymayan, siyahlara, kadınlara, Latin kökenlilere, Müslümanlara sürekli saldıran bu adama onca insan neden hala oy veriyor? Kitleler geleneksel siyaset tarzından memnun değil, sorunları ‘güçlü bir liderin çözebileceğini’ düşünüyorlar. Trump kendini alışılmışın dışında biri olarak sunuyor… İnsanların ona yönelmesi bu yüzden. Aksi halde ırkçı-faşizan eğilimlerini gizlemeyen bir lideri desteklemeleri mümkün olmazdı… En çok oyu ırkçı beyazlardan alıyor… Aslında Trump’a oy vermek, kendine karşı oy vermektir… Trump’ın koronavirüsü (Covid-19) nasıl yönettiği ortada. Dünyada koronadan ölen her beş kişiden biri ABD’de, oysa nüfusu dünya toplam nüfusunun %4’ünden az… Buna rağmen oy verenlerin sayısının artması rahatsız edici değil mi?
Tüm politikaları zenginleri gözetiyordu ama düşük eğitimli kesimlerden hala çok oy alabiliyor… İnsanların çoğu para babalarından daha çok vergi alınmasını isterken, Trump tam tersini yaptı… Açıkça cinsiyet ayrımcılığı yaptığı halde, Beyaz kadınlardan çok oy alması da düşündürücü… Yabancı düşmanlığını gizlemedi, ırkçı eğilimleri açık, Meksika sınırına duvar örme niyetini ilan ettiği, Latin kökenli binlerce çocuğu kamplara hapsedip, “legal yollardan” gelmeyenleri sınır dışı etmekle tehdit ettiği halde, Latinlerden aldığı oy 2016 seçimlerinden %6 daha fazla… Bunu umutsuz insanların ‘güçlü liderden medet ummaları’ olarak görmek mümkün… Bilincin manipülasyonunun doğrudan sonucu… Benzer durum başka yerlerde de öyle. Türkiye’de, Brezilya’da, Hindistan’da, Macaristan’da, vb…
ABD dünyanın en zengin ülkesi. [2019 yılında ‘kişi başına düşmeyen (milli) gelir 62 bin 606 dolardı…]. Buna rağmen nüfusun %58’i geçim sıkıntısı çekiyor. Birçoğu da birkaç işte çalışmadan ayın sonunu getiremiyor. 65 yaş üstü çok sayıda insan emekli maaşıyla geçinemediği için çalışmak sorunda. Amerikalıların %40’ının (yaklaşık 130 milyon kişi) acil durumlarda kullanabileceği bankada 400 doları bile yok… 80 milyon insan (nüfusun %25’i) önemli sağlık sorunuyla karşılaştığında tedavi masraflarını ödemekte zorlanıyor. Geride kalan 10 yılda 50 bin sağlıkçı kadrosu iptal edildi ve onlarca hastane ve sağlık kurumu kapandı… 1985 yılında orta düzeyde eğitimli 4 çocuklu bir ailenin, temel ihtiyaçlarını (konut, beslenme, sağlık bakımı, ulaşım, eğitim…] karşılamak için 30 hafta çalışmak yetiyordu. Bugün 53 hafta çalışmak zorunda… Son yıllarda yetişkin nüfusta ölüm oranının yükselmekte oluşu da şaşırtıcı değil. Geride kalan 20 yılda sefalet ortamına sürüklenmenin sonucu 600.000 insan intihar etti…
Neoliberal gerici ekonomik ve sosyal politikaların doğrudan sonucu olarak, zengin-yoksul uçurumu daha da büyüdü… Esasen kapitalizm dahilinde başka türlü olamazdı… Nitekim en zengin binde bir [%0.1], %90’nınki kadar servete sahip. En zengin 3 kişi [işbitirici kapitalist] nüfusun yarısı kadar zenginliğin sahibi… Bundan 40 yıl kadar önce bir şirket yöneticisi [SİYO] ortalama işçi ücretinin 40 katını kazanırken, bugün fark 278… Ortalama bir beyaz aile bir siyah aileden 13 kat fazla kazanıyor… Tabii sosyal eşitsizlik de artan şiddetle birlikte yol alıyor… Her 15 dakikada bir kişi ateşli silahla öldürülüyor. Bu oran, diğer Batılı ülkelerin 25 katı… [ABD’de 100 kişiye 121 silah düştüğünü de unutmamak gerekir]. Her yıl 1 milyondan fazla cürüm (cinayet, ırza geçme, hırsızlık, her türden şiddet…] işleniyor. 6, 7 milyon kişi cezai takip altında (hapis, ev hapsi, elektronik bilezik, şartlı tahliye, vb.] Dünyada hapisteki tüm kadın ve kızların üçtü biri ABD’de… İşte pek özenilen ve ileri demokrasi modeli olarak sunulan land of the free’nin gerçek manzarası böyle…
Joe Biden’a bağlanan umudun bir karşılığı yok!
Trump öncesine dönmek, onun aşırılıklarını törpülemek, bir düzeltme operasyonu şeylerin seyrini değiştirmez. Elbette Trump gibi bir şahsiyetin sahneden çekilmesi ‘rahatlatıcı’ ama Amerikan toplumunun yüz yüze olduğu sorunlar ‘radikal’ önlemleri, politikaları varsayıyor. Toplum aşırı düzeyde kutuplaşmışken, üstelik Senato’da Trumpçı çoğunluğu varken, iç politikada Biden’ın hareket alanı sınırlı… Mesela asgari ücreti dişe dokunur oranda yükseltemez. Sağlık ve eğitim sisteminde radikal bir iyileşme yapamaz, zenginlerden alınan vergileri yükseltemez, aşırı gelir adaletsizliğiyle yüzleşemez… Müesses nizam bunları yapmasına engel… Toplum iki düşman kampa bölünmüşken, kutuplaşma zirve yapmışken, popülizm ve aşırı sağın dayatması ortadayken, içerde kayda değer bir ‘yenilik’ mümkün görünmüyor. Dış politikada Biden’in hareket alanı görece daha geniş. NATO’yu takviye edebilir, Avrupa’yla ilişkileri düzeltebilir ama Çin ve Rusya’ya yaklaşım daha da sertleşerek devam eder… İklim Anlaşması’na dönmek gibi, Birleşmiş Milletler örgütüne daha yumuşak davranabilir ama mesela Orta Doğu politikası değişmez…
Umut gençlerde…
ABD’de son yıllarda gençlerin sosyalizme ilgisi artmakta. Sadece gençler de değil, toplumda sosyalist ideolojiye yönelimin büyüdüğü anlaşılıyor. Nitekim, Gallup Enstitüsü tarafından yapılan bir anket, 18-29 yaş aralığındaki gençlerin %51’inin sosyalizme olumlu baktığını gösteriyor. Aynı anket, toplumun tamamının %37’sinin de gençler gibi düşündüğünü gösteriyor. Aslında Bernie Sanders’in politik arenada görünmesiyle, siyaset algısının değişmekte olduğunu anlaşılıyor. Sosyal kötülükler, ekolojik yıkım ve iklim krizini, siyaset algısını değiştiriyor… Bundan yüz yıl kadar önce Rosa Luxemburg ya sosyalizm ya barbarlık demişti. Şimdilerde insanlığın ve uygarlığın geleceği riske girmişken, artık ikilemi ya komünizm ya ölüm şeklinde ifade etmek gerekiyor…