Geçen hafta Türk Devleti’nin 1990’lardaki kontrgerilla savaş stratejisini ele almıştık. Denizi kurutup (gerillanın erzak ve lojistiğini sağlayan halkı zorla yerinden etme) balığı (gerilla) tutmayı esas alan bu strateji 1995’e gelindiğinde milyonlarca insanın zorla yerinden edilmesi, binlercesinin farklı yöntemlerle katledilmesi, onbinlercesinin ise “tarafını seçmek” zorunda kalmasıyla yani koruculaşması ile sonuçlandı.
Bir yandan 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın uluslararası güçlerin iş birliği ile esir alınması, öte yandan 2001’de Amerika’daki İkiz Kuleler saldırısı sonrası uluslararası arenada yükselen terörizm söylemi Türkiye’yi oldukça avantajlı bir konuma itti. 1990’lar boyunca gerçekleştirilen hak ihlallerine yönelik Avrupa ülkeleri açısından kısmi de olsa bir tepki vardı. Fakat yeni terörizm söylemi 2001 sonrasında devletlerin kendi iç güvenlik meselelerine dair hak ihlallerini de hep bu uluslararası terörizm söylemine refere ederek meşrulaştırması ile sonuçlandı. Özetle 2000’li yıllar, dünya genelinde yükselen güvenlikçi yeni ulus-devlet rejimlerinin kendi teritoryal sınırları içinde ve hatta yer yer ötesinde (Türkiye bağlamında Irak ve Suriye sınırlarına yönelik müdahale) gerçekleştirdikleri silahlı müdahaleleri hep “terörizm ile mücadele” söylemi üzerinden gerekçelendirdikleri bir fırsat penceresi doğurdu. Bu bağlamda siyasi mültecilerin takibi, yakalanması ve iadesi gibi konulardan tutun, sivil gösterilerin “terörizme destek” gerekçesiyle yasaklanmasına kadar birçok alanda yeni iş birlikleri gelişti devletler arasında. Fakat esas büyük sıçrama ulus-devletlerin askeri alanda yaşadıkları teknoloji yoğunluklu devasa dönüşümle oldu.
Ordu ve polisin ekipman donatımından tutun, kullanılan yeni silahlara; bilgi ve istihbarat paylaşımındaki muazzam teknik ilerlemeden tutun silahlı veya silahsız insansız hava araçlarına kadar birçok büyük yenilik yaşandı. Bu yenilikler sadece kırsalda silahlı mücadele yürüten gerilla grupları için değil, aynı zamanda kentsel alanlarda siyasi mücadele yürüten toplumsal muhalefet grupları için de ciddi yeni zorluklar yarattı. Ayrıntılara geçmeden önce 2000’li yılarda yükselen bu yeni savaş konseptinin birkaç temel karakteristiğinin altını çizmek gerekiyor. Bu anlamda yeni savaş konseptini incelerken akılda tutmamız gereken en az üç temel değişken var. Bunlar bu savaşın 2000 sonrası değişen bağlamı, mekânı ve aktörleri ile ilgili olan karakteristikler. Öncelikle savaşın bağlamının PKK’nin 1984’den beri yürüttüğü silahlı mücadelenin, Türkiye sınırlarını aşan sınır-aşırı bir uluslararası boyutla doğrudan alakalı olduğunu söylemek gerekiyor.
Suriye’deki iç savaş koşullarında PYD’ nin siyasi ve YPG’nin askeri örgütlenmesi ile üç kanton etrafında örgütlenen Rojava Kürtlerinin özgürleşme mücadelesi ve Kürt Hareketi’nin bu mücadelenin bir toplumsal proje olarak inşasına doğrudan ve dolaylı etkisi ile birlikte, Kürt Hareketi bir devlet-aşırı aktör durumuna geldi. YPG’nin Rojava’da cihadist örgütlere karşı yürüttüğü direnişin uluslararası alanda sempatiyle sahiplenilmesi PKK’yi -hala “terörist” örgütler listesinde yer alsa da-, tartışmasız bir muhataba dönüştürdü. Yani 1984 yılından beri PKK ile Türk devleti arasında süregelen savaş, 2012’den sonra daha geniş bir bağlama yerleşti. Nitekim Şubat 2015’teki Dolmabahçe mutabakatını devlet açışından sürdürülemez kılan en temel dinamikler, Rojava’da Kürt Hareketi etkisinde günden güne güçlenen bir otonomi ve aynı zamanda Türkiye’de de HDP üzerinden genişleyen siyasi etki çemberiydi. Yeni savaş konseptinin ikinci karakteristiği ise mekân ile ilgili.
PKK’nin silahlı mücadeleye başladığı günden beri gerilla savaşı büyük oranda kırsallarda yürütüldü. Fakat Ağustos 2015’te ayında Varto ile başlayan ve sonrasında Şırnak, Silopi, Cizre, Silvan, Nusaybin, Sur, Dargeçit, Derik gibi kent merkezlerine yayılan kent düzeyindeki çatışmalar ile savaşın mekânı da tamamen değişti. İşte bu şartlarda Türkiye ölçeğinde son derece karmaşık örüntülerle birbirine bağlanmış ve eş zamanlı harekete koşulan yeni bir savaş konsepti konfigürasyonu gelişti. Sadece 90’lardaki despotik iktidarını değil, aynı zamanda toplumu bir arada tutan dayanışma ağlarını çözmeye odaklı altyapısal iktidar imkânlarını da harekete geçiren devletin bu yeni konseptine bir de 2011’de Suriye’de patlak veren iç savaş koşulları sonrasındaki sınırlar- ötesi bağlam da eklendiğinde süreç daha da karmaşık bir hale geldi. Peki neydi bu yeni savaş konsepti? Nasıl ve ne gibi yönetimsellik teknikeri ile işliyordu? Onu 1990’lardan ayıran ve ortaklaştıran yanlar nelerdi? Önümüzdeki hafta bu sorulara cevap bulmaya çalışacağız.