Henüz kar yağmadı, parıldayan bir güneş var ama Ankara’nın ayazı da başladı hafiften. İç ısıtan fısıltılar sokakları terk etmiş durumda. Kulaktan kulağa çalınan siyasi söylentilerin tadı tuzu yok. Yorgunluk, karamsarlık, her alanda dayatılan kriz pandemiden daha büyük bela. Yükselen her sarayın gölgesinde “Allah rızası için” diyerek el açanların görüntüsü yürek sızlatıyor. Ne kıvançta ne hüzünde ortaklık var. İki gün önce, soğuğun kemiklerimde dolaşıp damarlarıma yürüdüğü sabahın 8’inde, bu düşüncelerle yeni bir “Adliye” mesaisine yetişmek için dalgın dalgın yürürken omuzuma dokunan o el ile irkildim. 30’lu yaşlarda, üstü başı düzgün, taşı sıksa pekmezini akıtacak kadar sağlıklı ve güçlü; yüzündeki lakayt ve emanet duran maskenin aksine son derece oturaklı bir ifadeye sahip olan bir gençle yüz yüze geldim. Durdu, süzdü, sustu. Bir refleks olarak yalnız olup olmadığını anlamaya çalıştım. Sabahın 5’inde kapımıza gelenin tüpçü ya da sütçü olmadığını bilince çıkardığımız gibi tenha sokaklarda omuz başımıza dokunan bir elin, dibimizde fren yapan bir arabanın, bir gölge gibi bizi takip eden gözlerin “dost” olmadığını da bileli çok oldu. Boşuna evham yapmışım, o delikanlı ne kimlik sordu ne de herhangi bir mesaj verdi. Sadece “Birine benzettim” dedi ve herhangi bir nezaket sözü ifade etmeden yoluna gitti.
Her güne yeni atraksiyon ve heyecanla başlamak “ata sporumuz” olmasa da, adına “Ankara Adalet Sarayı” dedikleri ama adaletin hiç uğramadığı adliyenin o kasvetli havasını teneffüs etmeden önce bu heyecanı yaşamak iyi geldi. Cezaevleri gibi adliyeler de düşen omuzların, çökmüş avurtların, tedirgin bakışların; telaşlara, koşturmacalara, apoletli omuzlara eşlik ettiği yerlerdendir. Ülkede ne olup bittiğini en iyi cezaevlerinden ve adliyelerden anlarsınız. Aksi iddia edilse de adliyeler her zaman siyasetin kuluçka merkezi, atmosfere göre renk değiştiren mekanlar olmuştur. Reformun çokça dillendirildiği, rotanın yeniden “AB’ye kırıldığı”, “at izi-it izi” tartışmaları eşliğinde damadın azledildiği; hemen arkasından yıllardır memleketin anasını ağlatanların “güzel günler göreceğiz çocuklar” tadında hiç de sevimli olmayan beyanlarla “reform-reform” diyerek ortalıkta dolaştığı bir dönemde, neler olup bittiğini gerçekten anlamak için adliyeler iyi bir test alanıdır. Lafı uzatmadan gözlemimi söyleyeyim. Adliyenin o kasvetli havası eskisinden de beter. Hiç kimse “reform gelecek; yaşasın, adalete kavuşacağız” havasında değil. Muhalife bolca ceza, topluma karşı suç işleyene, kadın katillerine, kan banyosu yapma tehdidinde bulunana, milliyetçi görünümlü mafyaya gani gani “özgürlük” dağıtan havasından zerre bir şey kaybetmiş değil. Her biri bir hayat, bir hikaye barındıran, çoğunlukla çala-kalem hazırlanmış dosyaların üzerindeki toz katmanları daha da artmış. “İş yurtları kurumuna” yaptırılan “tabutluk” görünümlü dosya dolapları hangi aklın ürünüyse adliyenin sevimsizliğine sevimsizlik katmış.
En çok da üstten aldıkları emirlerle “yargılama” yapanlar reform açıklamalarının ne menem olduğunun farkındalar ve kabul etmek gerekir ki daha realistler. Reform sözünü her duyduklarında bıyık altı gülüşleriyle bunu dışa vurmaktan çekinmiyorlar, haksız da değiller. Sonuçta yıllardır iktidarın sopası olarak elde ettikleri deneyimle değişimin nerede başlayıp nerede biteceğini ve sınırlarını hepimizden daha iyi biliyorlar. Hiçbiri yaratılmak istenen suni coşkuya kapılıp ertesi gün söylediklerini yutmak zorunda kalan “deneyimli siyasetçi ve hukuk insanı” Bülent Arınç’ın durumuna düşmek istemiyor. Aynı yağmurda ıslanan, aynı yolda yürüyen, 40 yıllık arkadaşlık hatırının bile Arınç’ı kurtarmaya yetmediğini gördükleri zaman nasıl davranmaları gerektiğini daha iyi idrak ediyorlar. Arınç gibi, “kutlu dava, kutsal yol” diye çekilen nutuklarla coşkulu bir yolculuğa çıkan Abdullah Gül’ün, Ali Babacan’ın, Ahmet Davutoğlu’nun, Abdullatif Şener’in, Ertuğrul Yalçınbayır’ın, Hüseyin Çelik’in, Ali İhsan Arslan’ın nasıl harcandığını iyi biliyorlar. Bir AKP’siz AKP dönemi yaşandığına, Erdoğan’ı kalkan yapan dünkü yeni yetmelerin partinin akillerine, ak-saçlılarına ayar verdiğine, posta koyduğuna tanıklar.
O yüzden reform denildikçe Kürde, kadına, muhalife karşı işlenen suçlarda cezasızlık politikasını amentü gibi sahipleniyorlar; o yüzden “gelsin siyasi operasyonlar, verilsin siyasi kararlar” diyerek tam gaz devam ediyorlar. İktidarın büyük ortağından daha çok küçük ortağına bakıyorlar, oradan onay almayan hiçbir sözün gerçekleşmeyeceğini biliyorlar. Çünkü esasen MHP tarafından kuşatılmış olan Erdoğan’ın da AKP’nin de reform diye bir derdinin olmadığının farkındalar. Her şeyden önemlisi de Nilgün Cerrahoğlu’nun bundan 23 yıl önce Demirel’in yaptığı benzer girişimleri tanımlamak için Asor Rosa’dan alıntıladığı gibi AKP’nin de “Reformsuz reform” peşinde olduğunu gayet iyi biliyorlar.