İran-Irak savaşı sırasında; Irak diktatörü Saddam Hüseyin’in, Süleymaniye ilinin tam İran sınırındaki Halepce kasabasını kimyasal bombalarla vurmaya başlamasıyla birlikte, çaresiz kalan Kürt halkı sağa sola savrulmaya, yerleşik alanlarından göçmeye başladı.
Bir kısım Kürt Doğu Kürdistan’a (Rojhılat), bir kısmı da Kuzey Kürdistan’a (Bakur) geçti. Göçenleri karşılayan İran ve Türkiye yönetimi, dünyaya ‘ne kadar demokrat olduklarına dair’ enteresan mesajlar veriyorlardı o günlerde…
Oysaki kovulanlar, kendi ülkelerinin iki diğer parçasına geçmişlerdi. Onları karşılayanlar, kendi ana dilleriyle konuşan, kendi parçaları olan insanlardı…Şair ve yazar Murathan Mungan bir şiir yazmıştı o günlerde egemenlere dair. Otuz iki yıl önce okumuştum, yanlış hatırlıyorsam özür dilerim kendisinden ama aklımda kaldığı kadarıyla dize aynen şöyleydi:
‘Siz kimi, kimin ülkesinden kovuyor
kimi kimin ülkesine kabul ediyorsunuz…’
Şimdi başka birileri çıkmış ortaya, Saddam Hüseyin’in yaptığını yapmaya çalışıyor. İşi gücü, dünyası, her şeyi Kürt halkının özgürlüğünü sağlamak olan yurtsever harekete ‘Buradan gidin, kendi parçanıza gidin’ diyor.
Yeni Osmanlıcılık tezinin, yani Suriye’yi ve doğal olarak Rojava’yı, Irak’ı ve doğal olarak Başuré Kürdistan’ı, Mısır’ı, Libya’yı yeniden topraklarına katmak isteyen tezin mimarı olan eski AKP başbakanı Ahmet Davutoğlu’nu burada, yani Başur’da misafir eden, peşmerge alanlarında, Türkiye’nin girdiği Güney Kürdistan topraklarında gezdiren, önünde neredeyse secde eden KDP yönetimi, şimdi tam kırk yıldır faşizme, sömürgeciliğe, her türden gericiliğe karşı dört parçada mücadele eden bir yurtsever harekete ‘Gidin buradan’ diyebiliyor hiç yüzü kızarmadan…
Oysaki yurtseverler, şu an bulundukları alanlara 1981 yılı itibariyle gelmişlerdi. O zamanlar ‘Bölge Yönetimi’ diye bir şey yoktu henüz. Şimdi ‘Gidin’ diyenler de o dönem dağlardaydılar. Kimi Rojhılat, kimi Bakur dağlarında, köylerinde, kasabalarında, oralardaki Kürtlerin evlerinde, alanlarında. Burada elde edilen kısmi ve yarınının belirsiz olduğu özgürlük de oldukça enteresan.
Çokça bedel ödendiği, yüzbinlerce yiğit Peşmerge’nin ve sivilin yaşamını feda ettiği inkar gelinmez bir şey ama özgürlük bu yolla alınmadı, alınamadı. İşin aslını, doğrusunu söylemenin bir mahsuru yok: Eğer Saddam emperyalistlerin kontrolünden çıkmasa, kendini bi halt sanıp Arap dünyasının liderliğine soyunmasa, Kuveyt gibi olağanüstü yeraltı zenginlikleri olan bir alanı işgal ederek kendi topraklarına katmasa durum çok daha farklı olacaktı.
Kürtler, dünyanın hiç mi hiç umurunda değildi. Halepce katliamı olduğunda (ki sözde kimyasal kullanımı ağır suç) dönüp bakan dahi olmadı. ABD sustu, AB sustu, BM sustu oturdu. Zira görevlendirdikleri asker olan Saddam İran’la savaşıyordu ve ne yapsa mubahtı. Sessizce durdular ve olup biteni, yani Kürtlerin kimyasal gazlarla katledilişini, jenositi seyrettiler. Ne zamanki Kuveyt işgali başladı, işte o zaman Irak’a, Saddam’a saldırmak için bir gerekçe lazım oldu. Sonuçta kendi kamuoyları için lazımdı bu. Hemen adını koyup saldırdılar: Kürtler, kimyasal gaz ve Halepce…
Gerekçe tatmin ediciydi. Dünya seksen sekiz’de olanı doksandan sonra görmeye başladı. Paraleller çizildi, Saddam’a 36. Paralel ötesi yasaklandı. Apar topar bir bölge yönetimi oluşturulmaya başlandı. Saddam sonrasında da oluşturulan yeni Irak yönetimiyle Güney’li Kürtler ve Araplar belli başlıklarda anlaşarak yeni ve federal bir yapı oluşturdular.
Şimdilerde, sırtını Türkiye’ye yaslayan, özünde Irak’ın bir federal bölgesi olduğunu ve yaptığı tüm anlaşmaları unutarak, AKP-MHP koalisyonu ile her türden ilişkiyi mubah sayan Barzani ailesi ve tamamı olmasa da KDP içindeki kendilerine bağlı bazı güçler, henüz kendileri yerelde iktidar değilken ve dağlarda peşmerge iken, şimdi oldukları alanlardan yurdun dört parçasını özgürleştirmeye çalışan yurtsever harekete karşı harekete geçtiler.
Önce Zinê Wertê bölgesine, yakın zamanda da Gare ve Metina bölgesine yığınaklar yapmaya başladılar. Bu çabaların bir AKP-MHP projesi olduğu çok net, bölgedeki herkes bu konuda (Kimi içinden kimi de seslendirerek) aynı şeyleri düşündüğünü belli ediyor. Birçok insan da bunun bir Birakuji (kardeş kavgası) olmayacağını, durumun Türk-Kürt kavgası olduğunu televizyonlarda, gazetelerde dillendiriyor.
KDP yönetimi yeni Osmanlıcılık politikasını kabullenmiş. Şimdi olanak bulsalar Türkiye’ye katılmaya, topraklarını, zenginlik kaynaklarını AKP-MHP hükümetine peşkeş çekmeye hazırlar. Halk umurlarında olmaktan çoktan beri çıkmış, Bağdat’la ne olacağı, yakın gelecekte ne tür bunalımlar yaşanacağı hiç umurlarında değil.
Bağdat, Türkiye ile yapılan sözleşmelerden rahatsız. Bölgeyi para göndermemekle tehdit ediyor, petrol gelirlerinin, gümrük para girişlerinin yapılan sözleşmeler gereği merkeze aktarılması ve bölgenin payına düşen kadarını alması gerektiğini söyleyip duruyor, şimdilik dediği ile de kalıyor. Yarının ne olacağı belirsiz. Bölge ve hükümet şu an Barzani ailesinin elinde, mecliste ve hükümette çoğunluktalar, ne isterlerse onu yapıyorlar. Tüm diğer parti ve gruplar şimdilik bekleme durumunda. Halkın yoksulluğu tırmanıyor.
Bu yazı yazıldığı ana kadar Gare ve Metina’da sessiz bekleyiş devam ediyor. Ancak Barzani ailesine bağlı özel güçlerin orada mevzilenmeleri, belli hazırlıklar yapmaya ve güç artırmaya devam etmeleri Türk egemenlerinin ekmeğine yağ sürüyor. Aklıselim; bir an önce çekilmeleri ve bu ciddi oyunda ‘oyuncu’ olmamaları gerektiğini, bunun çok ciddi sonuçlarının olacağını, olası çatışmaların dağlarla sınırlı kalmayacağını, Rojava dahil dört parçayı etkileyeceğini söylüyor.