Bir sinema filminin çekimi neresinden bakarsanız bakın gerçekten son derece meşakkatli bir iş. Filmi kotarmak için gerekli bir bütçeye sahipken bile meşakkatli bir iş iken filmini kıt kanaat çeken birisi için sayısız sıkıntı vardır film yapım sürecinde. Bir film yapımının gereksinim duyduğu pek çok eleman vardır ve bunları doğru ve örgütlü bir şekilde bir araya getiremezseniz yaratmak istediğiniz film ortaya çıkmayacak, çıksa bile defolu bir anlatım yahut estetik ile vücut bulacaktır. Film yapmanın en büyük zorluklarından biri doğal mekân kullanımıdır. Filminizi bir platoda çekmiyorsanız, doğal mekânlar kullanıyorsanız o doğal mekânının olabildiğince sahiciliğini korumak zorundasınız. Kalabalık bir caddede bir film çekerken o caddeden geçen herkesi filmin o sahnesinin bir parçası yapmak zorundasınız. Bir caddeyi bu anlamda kontrol altına almak hayli zor olacaktır. Caddeleri, sokakları trafiğe kesmek, insan akışını kontrol etmek ve bütün bunları yaparken de insanların günlük yaşam akışına zarar vermemek, onları mağdur etmemek gerekiyor.
Film yapma süreçlerinde kullanılan doğal mekânlardaki yaşamı aksatmamak, o mekânda yaşayan yahut oradan geçen insanları mağdur etmemek çok önemli bir etik mesele olarak karşımızda duruyor. Türkiye’deki sinema ve dizi sektörünün en önemli merkezi olarak özellikle İstanbul bu anlamda bu etik meselenin de merkezinde duruyor. Her yıl onlarca dizi ve sinema filminin çekildiği bu kentte özellikle bazı semtler çekimler için çok yoğun kullanılmakta ve bu semtlerde yaşayan insanlar çok ciddi mağduriyetler yaşamaktadırlar. İşine giderken yahut evine dönerken geçtiği yolda durdurulup çekimin içine daldığı için azarlanmaktan tutalım park ettiği arabası çekim mekânında kalmış diye çekilmesinden, evinin penceresinin altına konulan jeneratörün sesinden uyuyamamasına kadar onlarca mağduriyet yaşıyor bu semtlerin insanları. Kendi yaşam alanları kendilerinin rızası alınmadan bir film mekânına dönüştürülen insanlar, ne yazık ki bu konuda bu mağduriyetlerini giderecek bir resmi merci bulmakta hayli zorlanıyorlar. Üstelik insanların günlük yaşam alanlarının içerisine film çekmek adına yapılan bunca müdahale söz konusu iken, bu müdahalenin sahipleri olan film yapıcıları adeta bunun kendilerine bahşedilmiş bir hak olduğu kibri ile bunu yapıyorlar. Dizi filmler ve gişe filmleri yapıcılarından zaten bu noktada çok fazla ahlaki bir yaklaşım beklemek gerçekçi değil. Nihayetinde kültür endüstrisindeki bir sektör olarak üretim yaparken kimlerin ne zarar gördüğünün bir önemi yoktur onlar için. Ha üretim gerçekleştirirken zehirli atığını bir nehre bırakmış bir fabrika ha film üretirken set ışıklarını sabah erkenden kalkıp işe gitmek zorunda olan yorgun bir işçinin gözlerinin içine akıtan film endüstrisi. Sonuçta önemli olan üretim ve kâr.
Film yaparken, film yapım sürecinin o mekândaki insanlara yaşattığı zararı hesap etmemek ne yazık ki kendine toplumsal sorunları dert edinmiş, eylemlerinde ahlaki ölçüleri hesaba katan sinemacılarda da görülen bir hastalık. Yapacağımız filmin insanların düşünce ve duygu dünyasında çok şey değiştireceği, önemli bir toplumsal hizmet göreceği, estetik anlamda önemli değişimlere yol açacağı gibi filmimize ve yönetmen olarak kendimize vehmettiğimiz anlam ve değer, film üretme süreçlerinde kullandığımız mekânlardaki insanların mağduriyetini görmezden gelen yahut küçümseyen ahlaki anlamda sorunlu bir tutuma götürüyor bizleri. Geçen hafta bir köyde çektiğimiz kısa bir filmin yapım sürecinde film için kendimi zaman zaman köydeki yaşamı durdurur pozisyonda bulduğumu fark etmek üzerinden bu meseleyi yazma ihtiyacı hissettim. Takınılacak ahlaki tutum film ürettiğiniz mekânda yaşamı durdurmak değil, akan yaşamı filminizin bir parçası haline getirecek rızayı ve iş birliğini o mekânda yaşayan insanlardan sağlamaktır. Aksi tutum o mekândaki insanların yaşamına yönelmiş faşist bir müdahaleden başka bir şey değildir. Filminizin, sanatınızın neye hizmet ettiği filminizi nasıl yaptığınızdan bağımsız ele alınamaz. Ne yaptığınız kadar nasıl yaptığınız da sizi ve filminizi tanımlar.