Tuhaf şeyler oluyor. O herkese meydan okuyan, racon kesen, kafa tutan, kendi bildiğinden şaşmayan, hatalarını bile ısrarla sürdürerek yanlıştan doğru çıkarma cüreti gösteren, başka öneri ve uyarıları inatla red eden ya da göz ardı eden, yerli ve milli adam birden bire batının değerlerine sarılıverdi. “Bizim yerimiz Avrupa Birliği’dir” dedi. Sadece bu da değil, desteklediği İhvan’dan dolayı darbeci dediği, düşmanlık beslediği, Libya’da da karşı karşıya geldiği Mısır’a, hasmı olduğu Suudlara boncuk dağıtmaya başladı.
Yoldaşı, zamanında evinde toplantılar yaptığı, İhsan Arslan, ardı sıra Bülent Arınç ve birçok kişi Kürtlerle ilişkiler konusunda özeleştiri mahiyetinde konuşmalar yapmaya başladılar. Hatta rehin aldıkları bazı siyasetçilerin bırakılması için hakim ve savcıları dahi uyardılar.
Ne ola ki?
Belli ilk sarsıntı Biden’ın seçilmesiyle yaşandı. Erdoğan ile Biden’ın Obama döneminde özel görüştükleri biliniyor. Erdoğan ne istedi ki onaylanmadı ve şimdi onun korkusu sardı, bilemeyiz. Ama sinyalleri var. Ardında Biden’ın Türkiye’yi başka ziyaretinde sadece şahsının valisini karşılama için gönderdiğini de biliyoruz. Biden’ın ise İstanbul’da STK’lar ile zaman geçirdiğine tanık olduk ve O şimdi Başkan.
Damadını Trump’ınkiyle boy ölçüştüren, iki lider arasında ilişkileri onlar üzerinden özelleştiren şahsının damadı görevden affıyla hızla gözlerden uzaklaşırken, Trump’ın ki seçim kaybıyla gitti. Onların da icraatlarının şahıslarında bitmesi Biden’ın gelmesinin ilk dalgaları olarak anlaşılabilir
İkinci sarsıntı ki kanaatimce Biden etkisinden daha büyük altüst oluşlara yol açma ihtimalı olan AB’nin kararlı çıkışı idi. Mülteciler nedeniyle her şantajına boyun eğen, nerdeyse rüşvet niteliğine bürünen 7 milyar euro sözü veren, her konuşması ve tehditinden dolayı Avrupa’da DAİŞ’lilerin sivilleri katlettiği dönemde bile alttan alan AB, son olarak bazı yaptırımlar için harekete geçmişti ki Merkel’in müdahalesiyle ertelenmişti. Birtakım görüşmeler oldu ve anlaşılan AB ülkeleri beklentilerine ulaşamadılar ve 10 Aralık’ta Türkiye gündemli bir toplantı yapmayı ABD ile koordineli hareket ederek yaptırım uygulama niyetindeler. Hatta gümrük birliğinin iptali dillendirildi ki zaten sürünen ekonominin artık üçüncü dünya ülkeleri seviyesine düşmesi anlamına gelir. Tarımdan tekstile, montaj ürün üretimine dayalı AB piyasası kapanır ve TR’deki bu kesim de büyük trajediler yaşar. Zaten bir süredir intihar edenler, kendini yakanlar, cumhurbaşkanına bile açıkça söyleme cesaretinde bulunan insanlar bu kez iktidara karşı yürüyüşe geçerler ki, o zaman birbirlerine karşı güç ve iktidarı ele geçirme amacıyla kontrollü darbeler yapanlar bunu yönetip yönlendiremezler.
Korku büyük, sorunlar ağır. Fakat ne acı ki birikmiş sorunları çözme ufku küçük, idari bir yapı ile karşı karşıyayız. Askeri, siyasi, istihbari bürokrasiden tutalım, seçilmişlere ve hükümete, siyasi partilere muhalefet ve iktidara değin durum tam bir sefalettir. Şimdi tekrar AB’ye dönüşleri ne kadar samimi olabilir ki? AB Hitler faşizminin eleştirisi üzerinden yükseldi. Faşizmin tekelinde tek Avrupa’ya karşı çoğulcu, demokratik, katılımcı bir AB yaratılmasının felsefesinin sonucudur varolan. Buna
karşılık Hitlere bu kadar öykünen, onu bu kadar açık öven, onun ruhunu taşıyanların bu kadar çok olduğu belki de yeryüzündeki tek ülke olan Türkiye’nin AB’ye dair bir ufku olabilir mi?
Retorikte ilkeleri kabul eden ama uygulamada çıkarcı, faydacı hükümetler gördük Türkiye’den. Gümrük birliği imtiyazlarını sürdürmek, AB’nin fonlarından yararlanıp yukarıdan aşağıya değin yandaşlara finansal destek olanağı yaratmak, vize serbestisi ile AB’nin kapılarını açmak, tüketim potansiyelinden yararlanıp turist çekmek, AİHM’den gelecek hukuksal talepleri geçiştirmek, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesiminin taleplerini bloklamak, Kıbrıs ve Akdeniz’deki sorunları zamana yaymak, bazı firmalara ve devletlere ekonomik iltimaslar sağlayıp Kürt
meselesinin çözümünü geciktirmek. Hakeza Avrupa’daki kitlesini ırkçı-dinci çizgide tutmak için AB’nin kültürel olanaklarını, fonlarını kullanmak. Yani AB anlayışı faydaya, çıkara, takkiyeye ve hileye dayanmaktadır.
Gelelim kronik meseleye, Kürt sorununa. Galiba devletin özel yetiştirmesi Alaattin Çakıcı ile jargon yarışına giremeyince külhan beyi söylemler yerini mülayim açıklamalara, özeleştirel anlatımlara bıraktı. Ancak çok katı ve net söyleyebilirim ki ister şu an ki yönetim ve zihniyeti olsun, isterse Kemalist bir iktidar olsun mevcut sorunu çözemez. Çünkü her iki taraf da muhafazakardır. Muhafazakarlık ileriye yönelik çözümler, yaratıcı yol ve yöntemler kullanamaz. Bir sorunu çözmek için geleceğe değil geçmişe ve geçmişte de korkulara bakarak beslenir.
Osmanlı’ya da Kemalizm’e de bakılarak çözüm aramak bir çıkmazdır. Bataklıktır. Çünkü ikisi de hep bölünme korkusu üzerinden şekillenmiştir. Milli marşı bile “korkma” diye başlayan korkakların umut olması mümkün değil. Geçmişten beslendikleri tek nokta ise hile-i şerriyedir. Türkiye’de siyaset hilekardır. Küçümsemek ve hakaret etmek niyetinde değilim. Aksine tespit olarak söylüyorum. Çünkü üreten, düşünen, halka, topluma, insanlara hizmet edinmeyi esas alan, yaratıcı ve üretken
insanlar geliştiren, değer veren bir icraatları yoktur. Geriye kalan başkalarının varlıklarını bir biçimde ele geçirmektir. Çelişki ve çatışmaları hile-hülle ile zorbalıkla ele geçirip güç oluşturmak bir anlayış, felsefe ve siyaset tarzı oluyor. Bakınız en büyük yatırım askeri montaj sanayidir. Osmanlı’nın kıtaları fetheden atlılarından ilham alınarak montalanmış iha/SİHA’lar ile Kürdistan’da, Libya’da, Kafkaslarda fethe çıktılar.
Bir de ailesinden zorla alınan ve devşirilen yeniçeri modelinin uyarlanmış biçimi olan maaşlı-cihatçı ordusu kurdular. Yani bir olanakları oldu, onu da ölüm araçlarına yatırdılar, kan döktüler. Üretime refaha, yaratıcılığa bir pay ayırmadılar. Evet, Anadolu topraklarında bir bela dolaşıyor. Zihni bir tükenmişlik virüs gibi insanların, yöneticilerin ruhlarını işgal etmiş, kafalarını geçmişe gömmüştür.