Bundan 400 yıl önce yaşanan bir salgına karşı alınan önlemlerin neredeyse bire bir COVID-19 pandemisinde de tekrarlanıyor olması şu zamana dek farkına varılmayan büyük bir yanılsamanın itirafından başka bir şey olmasın? Modern tıbbın ortaçağı…
Dr. Ali Tepe
Bu yazıda pandemi sürecinde bir kez daha okuma fırsatını bulduğum Daniel Defoe’nin “Veba Yılı Günlüğü” başlıklı eserinde dile getirdiği veba özelindeki “sorunlar” COVID-19 salgını ekseninde değerlendirilecektir. Kaçınılmaz olarak spekülatif ve demagojik bir metin olma şanssızlığına sahiptir! Dilim ise duruma yönelik öfkem nedeniyle saldırgan ve kaba…
1660-1731 yılları arasında yaşayan Romanya kökenli İngiliz yazar Daniel Defoe (Daha çok Robinson Crusoe ile tanınır) 1722 yılında yayınladığı bu eserinde 1665 yılında yaşanan ve yaklaşık olarak yüz bin kişinin öldüğü Londra vebasını anlatır. Anlatıya kaynak olarak aile büyüklerinin -amcası?- tuttuğu notları ve süreci yaşayanların anılarını kullandığı düşünülür, bir tür sözlü tarih çalışması!
400 yıl önceki salgın
Yukarıda söz ettiğimiz türden “demagojik” bir soruyla devam edelim. Bundan 400 yıl önce yaşanan bir salgına karşı alınan önlemlerin neredeyse bire bir COVID-19 pandemisinde de tekrarlanıyor olması şu zamana dek farkına varılmayan büyük bir yanılsamanın itirafından başka bir şey olmasın? Modern tıbbın ortaçağı…
Gerçeğe dair bilgisizlik ve bu bilgisizlik durumunun küçük gerçeklerin saklanması üzerinden saklanması, bir bilim kurgu kitsch’inin başlangıç sloganıdır: “The truth is out there-gerçek orada bir yerde.” Şimdi gerçeğin tüm yollar denenerek sorgulanma zamanı ancak önce onun nerede olduğunu bulmamız gerekiyor. Sadece “orada bir yerde” olduğunu biliyoruz, ne var ki “orasının” neresi olduğu hakkında o kadar bilgisiz ve cahil bırakıldık ki. Bu cehalet başımızı döndürüyor ve bize bilgi olarak sunulan her şeyin “orasının” neresi olduğunu keşfettiği iddiasında olanların -o yüce insanların- ağızlarından dökülenler olduğunu düşünüyoruz ya da öyle olması gerektiğini umuyoruz. Diğer taraftan bilinçaltımızdan -ya da oradan bir yerden- yükselen gerçeğe dair kuşkularımız umuda dair heyecanımızın sönümlenmesine aracılık ediyor. Kim bilir belki de böyle olması isteniyor. Kala kala elimizde “gerçek nerede, kimin bilgisinde saklı?” şeklinde yanıtlanması çaresizce olanaksız olan bir soru ile kalıveriyoruz ortalıkta bir yerde. Ancak hiçbir koşulda “orada” değil.
Mucize ilaç, robot hekim!
Görsel ve yazılı medyada söylenenlere, yazılıp çizilenlere hâlâ inanan varsa, anımsayın, her sabah her gün önümüze sunulan tıbbın mucizesi haberlerini; nakli yapılan organlar, uzuvlar yüzler; her derde deva mucize ilaçlar, robot hekimler, 200 yıl yaşamamızı sağlayacak keşifler, gençlik iksirleri… Saymakla bitiremeyeceğimiz mucizelerin yerini bir yıldan bu yana kocaman kapkara bir boşluk işgal etti. Sonuç itibarıyla bize sunulan bilgilerde çağında ötesinde olduğu iddia edilen tıp bilimi salgının başlamasından bir yıl geçmesine rağmen -üstelik virüsün temel yapısı çok daha öncesinden bilinmesine rağmen- aşı ve tedavi üretmede başarısız kalıyor ve 400 yıl önceki korunma yöntemlerine sığınarak zaman kazanmaya çalışıyor. Sorumuz haksız mı?
Şanssızlık…
Şimdi başından beri yine benzer başlıkla, mucize olarak dile getirilen tedavi önerilerinden birkaçını anımsayalım: önce azitromisin-oseltamivir-kinolon tedavisini önerdiler. İkincil enfeksiyonlar dışında bir anlamı olmadığını bir iki ay içinde itiraf edeceklerdi. Ardından bu tedaviye hidroksiklorokin ekleniyor. Yerli ve milli bilim insanlarımız ve onların oluşturduğu çeşit çeşit kurullar büyük bir arzu ile bu tedaviyi sahipleniyor, kısa bir süre sonra foyası çıkana kadar. Tedavinin ölüm nedeni olabileceği söyleniyor. Kaç kişinin bu “tedavi” nedeniyle öldüğüne dair bilgiye hiçbir zaman ulaşılamayacak olması “orada duran” değil yanı başımızda olan bilgilerden. Bir ara plazma tedavisi moda oluyor ne var ki şu sıralar pek söz eden yok. Bilim kurullarının “en ağırbaşlı” üyelerinden birisinin bu satırlar yazılırken uygulaması devam eden favipiravirin orta ve ağır hastalara etkin bir tedavi olduğunu açıklamasından 48 saat geçmeden Dünya Sağlık Örgütü etkisiz olduğunu söyleyiveriyor. Şanssızlık…
Pazarlamacı bilim!
Hep birlikte arıyoruz doğru bilgiyi ve şu anda aklımıza gelmeyen tedavi önerileri… Peki, ne kadar farklı sonuç itibarıyla 400 yıl öncesinden, bu soruyu tekrar tekrar soracağız. Nitekim Defoe de benzer şeylerden söz ediyor. Bilim insanlarının elinde bulunan farklı ecza ve karışımların farklı kombinasyonlarla karıştırılıp kuşkusuz hepsinin de iyi olduğu söylenebilecek tedavilere değiniyor ve “felaket dönemlerinde” bu türden yaklaşımların, beklentilerinin “şaşırtıcı olmadığını” da ekliyor. Tabii birçok sahtekâr ve şarlatanın bu ortamdan yararlanmaya çalışabileceğini de söylemeden edemiyor, doktor ilanlarından örnekler vererek: “Vebadan koruyan KESİN ÇARE haplar”, “Vebaya EVRENSEL bir çare”, “Vebayı tedavi eden TEK GERÇEK bu” vs. Bir ilan daha: “Her tür zehre ve enfeksiyona karşı bütün çareleri uzun süre incelemiş olan deneyimli bir doktor, kırk yıllık bir deneyimin sonucunda Tanrı’nın inayetiyle öyle bir beceri kazanmıştır ki, insanlara her türlü hastalıktan korunmak için ne yapmaları gerektiğini öğretebilir.” Sonra bu yollara başvuran dönemin ünlü hekimlerinin -bilim kurulu!- adlarını sıralar Defoe, cıva gibi ölümcül olabilecek yöntemleri deneyenleri de anımsatarak. İster istemez aklımıza arsenik bileşenleri öneren ünlü otacılar, propolis pazarlamaya çalışan -distrübitörolog!- bilim insanlarımız gelmiyor mu?
Paradokslar
Yüzlerce yıl önce vebanın nedeninin/bulaşı yolunun dahi bilinmediği ve ampirik yaklaşımlarla çare bulunmaya çalışıldığı düşünülürse “gerçeğe” bizden daha yakın oldukları iddia edilemez mi? Defoe insandan insana bulaştığının kesin olduğunu gözlemlerine dayanarak net bir şekilde dile getiriyor. Fare sorunu ise bu gözlemlerin içinde yer almıyor. Fare; yoksulluğun olmazsa olmazı, insanlar arası uçurumları daha görünür kılan büyük kentlerin ve bu kentlerin varoşlarının, ara sokaklarının, işçi mahallelerinin yoksulluğunun ve yoksunluğunun simgesi. Sefaletin olmazsa olmazı. Diğer taraftan “hastalığın” nasıl Londra’ya geldiğine dair de bugün kesinleşmiş doğruları yazıyor. Hastalık, Doğu Akdeniz’den ve Hollanda limanlarından “ticaret” aracılığı ile geliyor. Kentte ve kent çevresindeki yerleşimlere yayılımının da yine yerel tüccarlar aracılığıyla olduğunu dile getiriyor. Bu bilgi nedenlere ve korunma yollarına ulaşılmasını sağlayacak yeni bilgilere gözlemler aracılığıyla kapı açıyor. Burada ilginç bir paradoksa işaret etmek gerekiyor, hastalığın yayılmasının başlıca sebeplerinden olan ticaret ya da ticari faaliyetler salgın sonrasında ciddi biçimde duraklayabiliyor. “Bir salgın tehdidi karşısında, vebayla ilgili önlemlere ilişkin kararları çoğu kez ellerinde tutan iş insanları, servetlerini mi, yoksa yaşamlarını mı tehlikeye atmaları gerektiği gibi ıstıraplı bir kararla karşı karşıyadırlar. Açgözlülük aç gözlülüktür, yaşamı mülke yeğleme konusunda akıllar başa gelinceye değin pek çok salgın geçmiş olması olasıdır” diyor Avrupa nüfus hareketleri üstüne yaptığı çalışmalarda M.W.Flinn. Gelinen nokta itibarıyla 21. yüzyılda da sermayedar yaklaşımları arasında bir farklılık bulunmadığını gözlemleyebiliyor, net bir şekilde görüyoruz. Sağlık ticareti pandemiyi fırsata çevirirken (aşı-ilaç üreten çalışan firmaların borsa değerinin katbekat artmasından vitamin satışlarının ve dolayısıyla fiyatlarının katlanarak artmaya devam etmesine varıncaya dek… Sahi her gün duyduğumuz vitaminlerin bu salgında derde deva olabileceğine dair kanıt (Var mı?) yokken bilim insanlarının dilinden düşmemesine ve insanlara bu yoksullukta ulaşılması imkânsız gıda takviyeleri önermelerine ne demeli… Yukarıda örneklediğim tedavileri dillendirenlerle bunları önerenlerin aynı kumaştan olmasına ne demeli?) “diğer” ticari faaliyetlerin “büyüme” kaygısını önceleyerek salgınla ilişkisinin sorgulanmaması küresel -ve vahşi- kapitalizmin niteliğini göstermesi açısından önemli. Üstelik birçok bilim insanı da bunun bir gerçeklik olduğunu yani paranın insan/sağlıktan daha önemli olduğunu dile getirirken bir taraftan da otoriteyle olan ilişkilerindeki primitif çıkarlarını tehlikeye atmak istemiyorlar sanırım. Defoe’nin anlatısında ticaret ile ülkeye gelen hastalığın ticareti tümüyle durdurduğunu görüyoruz. “Gıda ve hayati ihtiyaçlar dışında her şeyin ticareti durdu” diyor Defoe, sanırım kastettiği makarna ve tuvalet kâğıdı değil! Ve tıpkı bugün olduğu gibi yaygın işten çıkarmaların ve büyük bir işsizliğin başladığını öğreniyoruz yüzyıllar öncesinde tıpkı bugün olduğu gibi. Ve tıpkı bugün olduğu gibi sermayedar sermayesini arttırmak uğruna ne yapıyorsa yoksullar da yaşayabilmek için hastalığı karşı mücadeleden vazgeçiyorlardı: “Ne yani, ne yapayım? Aç mı kalayım? Vebadan ölürüm daha iyi. İşim yok ne yapabilirim?”
YARIN: Salgının sınıf karakteri