Bu hafta yazmak için farklı birkaç başlık seçmiştim ama gelinen noktada ihtiyaç olduğuna inandığım için yine orman yangınları konusuna değinmek istedim. Belki Dersim’deki yangınlara giden heyette yer aldığım için konunun anlatılmaya ihtiyaç duyulduğuna inandım, o yüzden konu yine ormanlar ve yangınları… “İnsan acı duyabiliyorsa canlıdır, başkalarının acısını hissedebiliyorsa insandır” sözü ile başlayacağım bugünkü yazıya. Ve bu acıyı hissedebilmesi içinde vicdanının olması gerekmektedir.
Bu sözler ışığında orman yangınlarını değerlendireceğim. Biraz önce bölgedeki yangınların bir listesini oluşturmaya çalıştım. Dersim, Hakkari, Şırnak, Bingöl, Diyarbakır merkezli olan bu yangınların hiçbiri ulusal basında yer almamıştır. Dersim’de çıkan yangın on günlerce devam etmiş, halk her gün yardım çığlıklarını duyurmaya çalışmış. İnsanlar buna rağmen bölgeye dair yüz bin kere kör, yüz bin kere sağır ve yüz bin kere dilsiz kalmıştır. Elbette bu süreç öyle birkaç yılda başlamış değil. Bizleri bu noktaya yüzyıllık ulus devletin inşası getirmiştir. Ve son birkaç yıldaki çok seslilik dahil her şeye müdahale eden korku iklimi de çok etkin.
Ormanlardan sorumlu Bakanlık ve Orman konusunda uzman olanların buradaki ormanlara tavrı tam da budur. Elbette her anlamda kriminalize edilmiş bu bölgenin; insanları, suları ve ormanları… Komşu ülke yangınına müdahale için kendini paralayanlar bölge yangınlarına kayıtsız kalmıştır. Yunanistan’da çıkan yangına seferber olan en büyük oda ve sendikaları da buradan değerlendirmek gerekir. Meslek örgütü ya da sendikalarda sermayenin oluşabilecek halk hareketlerini kontrol altına almak için kurduğunu, kontrollü ve sistemi sekteye uğratmadan yüzeysel çalışmalar yapmak dışında bir kuruluş amaçlarının olmadığını anlamak zor olmaz. Ki bunlar bir kısmının anayasa ile kurulmuş olması bile onları sistemin stepnesi pozisyonuna sokar. Böylesi zor günlerde yaşam alanları yakılıp yok edilirken bizlerin bunlardan beklentiye girmesi zayıflık olsa da sivil alanda işgal ettikleri yer ile ilgilidir.
Greenpeace, TEMA , Doğa Derneği, UNESCO, WHO, WWF gibi sömürgeciliğin yeşil yüzlerini bir daha sahnesinde gördük ki amaç doğayı korumak değil sermayeyi korumak. Ve adını temize çıkarmak için çalışmıyorlar ise kör-sağır ve dilsizliklerini ne ile açıklayabilirler. Kimi, neyi koruyorlar? İyi niyetli insanların duygularını sömürmek-oynamaktan vazgeçsinler, halk kendi başının çaresine baksın. Ormanları, suyu, havayı, toprağı savunmak tamamıyla demokrasi mücadelesidir.
Demokrasi, ekoloji hatta çevre mücadelesi yürüten herkesin sahip çıkması gerekir. Kimse kimseyi kandırmasın hem demokrasi mücadelesi verdiğini iddia edip hem kör-sağır-dilsizi oynayacaksın. Ancak kendini kandırabilir insan. Bu tutum kapitalizmin birey ve toplum üzerinde yarattığı tahribatlarla açıklanabilir. Tabi bireyciliğin beraberinde getirdiği vicdan ve ahlaktan yoksunluk da konunun özüdür.
Dersim halkı mayınlı arazide ölüm tehlikesi olmasına rağmen ormanlarını, yaşam alanlarını korumak için mücadele etmektedir. Riski alan, yasaklı bölge, güvenlik gibi bahanelerle müdahaleleri de engellenmekte, seyretmek ve dahası göç etmek dışında bir yolları kalmamaktadır. Ve Dersim yüzyıllık yalnızlığıyla baş başa bırakılmıştır. Dersim ormanları yanarken yüreği yanmayanların vicdanı kurumuştur. İnsan sermayeye hizmet eden yasa, yönetmeliklerin hâkimiyetine değil kanunların kanunu olan vicdanını dinlemelidir.
Belki de vicdansızlığı kapitalizmin birey üzerinde yarattığı tahribat olarak değerlendirip bir şey dememek gerekir. Bilinsin ki yanan ormanlar değil, kör-sağır-dilsizlerin vicdanıdır. Bizler; bireyler ve doğa olarak binlerce yıl birlikte-barışık yaşadık ve yaşayacağımıza olan sonsuz inanç taşıyoruz.