Nevin Ferhat-Kemal Baş
Kemal Kurkut’un anısına…
Mumford bir anlamda ölülerin kentini, yaşayanların kentinin öncülü ve hatta onun özü olduğunu söyler. Bu öylesine bir özdür ki, yaşamın, yaşamda sürüp gidenin değişmezliğini sağlayan ve ona kimliğini kazandıran yegane güçtür. Başka bir ifadeyle ölülerle hatırlar ve onlardan kalan efsane ve ibretlik öykülerle toplumsal ilişkileri yeniden biçimlendiririz. Örneğin, bir toplumda insanlar arasındaki ilişkinin nasıl ve hangi temeller üzerine kurulması gerektiğini hatırlatan mesellerden biri olan Pepug kuşunun doğayı dolduran ağıdından gerçeklik akar. Bu mesel, kardeşine inanmamanın onulmaz bir acıya nasıl dönüştüğünü ve bu acının dil ile taşınması gerektiğini anlatır. Böylece acı ile ceza birbirini sonsuzlaştırır. Sophokles’in Kral Oidipus tragedyasında da benzer bir çığlığı duyarız. Bu andan itibaren olduğumuz formdan başka bir forma geçeriz. Eksilen olanaklarıyla ruhun sınırlarına çarptığı bu form artık bir cezaevidir. Buranın sakini geçmiş ile geleceği ayıran bir olayla karşılaşmada ortaya çıkar. Bu karşılaşmada tarihsel bir zemin söz konusu olmayıp kişi olayların dizilişi boyunca kendini görmeye ve kendi rolünü kavramaya çalışır. Dolayısıyla burada oluşan “ben” modern anlamda kavrayabileceğimiz gibi bir özne değildir. Pepuk kuşu meselinde de görüldüğü üzere, benliğini yazgıda gören varlık hem sorgulayan hem sorgulanan bir varlıktır: “Kim öldürdü? (Kam kist?)” “Ben öldürdüm. (Mı kist.)” Kral Oidipus tragedyasında da benzeri bir monoloğa rastlarız. Diğer taraftan her ikisinde de, artık var olmayan ile bu yokluktan sorumlu olan arasında geçen bir konuşma söz konusudur. Bu bağlamda Oidipus’un gözlerinden olmasının nedeni kehanetleri ikincil bir kaynak olarak değerlendirmesidir. Dahası kehanetler düzlemindeki körlüğünün bedendeki yansısı ise görmekten kesilmiş gözlerdir. Doğduğu andan itibaren kentte istenmeyen Oidipus’un gözleri bir daha ne kenti ne kentin duvarlarını ne de tanrısal işaretleri görecektir. Dolayısıyla Oidipus kentten kendini sürmekle kalmaz aynı zamanda kutsal olandan da sürülür. Burada bir yanıyla da başlangıçtan sona, teoriden pratiğe bir açımlanmayı ve devinimin kendi erimine ulaşmasını okuruz.
Öte yandan Oidipus’un körleşmesini görme ediminin olumsuzlanması olarak değerlendirmemeliyiz. Çünkü kehanetin açımlanması ve sözün pratiğe dökülmesi nazar ile ilgilidir. Oidipus trajik deviniminin herhangi bir anında rastlantı eseri kör olmaz. Kehanetsel düzlemdeki körlüğünü anlamasının yolu onu görmekten geçmekteydi.
Her şeyin büyük bir hızla değiştiği ve bilginin spekülatif bir değere dönüştüğü günümüz dünyasında sosyo-ekonomik krizler ve doğal felaketler gibi gerek içsel gerek hayatımızı kontrol etme gücünü aşan bir kuvvet ile karşılaştığımız vakit, mitik olanın yeniden canlandığını görürüz. Bu, birçok açıdan bir savaş durumunu andırır. Burada bir yanıyla ‘ilkel toplumlarda’ görülen kollektif bir savunma mevcutken, diğer taraftan ‘insan insanın kurdudur’ şeklinde bir çözülme ve bozulma süreci yaşanır. Birleşme ve çözülme süreçlerinin hızını düşündüğümüzde ortaya çıkan görüntü -sürekli- bir işgali andırır. Bu noktada mitik düşüncenin cezalandırmayı ve arınmayı nasıl gerçekleştireceğini sormalıyız?
Karşıt süreçlerin biraradalığının yarattığı bir sorun olarak gün yüzüne çıkan bölünme problemini, değersizleşme ve gerçekliğin tahribatı bağlamında ele alıyoruz. Buradan yola çıkarak gerçekliğin sürekli yenilenen kurgulara çevrildiği sonucuna varabiliriz. Hakikati kurguya dönüştürmek hem onun parçalara ayrılabilir olduğunu gösterir, hem de ondan birçok benzerinin üretilebileceği manasına gelir. Lakin bu klasik okuma biçiminde hakikat kaybedilen ya da yok edilen değil, aranılan bir şeye dönüşür. Kurgunun hakikat olarak sunumu ise bölünme ve çözülme süreçlerinden sonra ortaya çıkacaktır. Bu sayede içi doldurulup boşaltılabilir olan bir yapı elde edilecektir. Diğer bir deyişle hakikatin bir şekli ve modeli üretilecektir. Elbette bilinmez olanın nasıl parçalara ayrıldığı cevaplanması gereken ayrı bir soru olarak beklerken, hakikat ile gerçekliğin birbirine karıştırıldığını da belirtmek gerekir. Bo Widerberg Love 65 adlı filminde bunu yalın bir şekilde gösterir. Film, büyük modellerin yitimini, birbirine temas eden ama birleşmeyen yaşamları yahut tesadüfen birbirine uyan parçalarla kalmanın huzursuz edici sessizliğini anlatır. Filmin son karesindeki dört parçalı bir uçurtma imajında yönetmenin hakikati arama ısrarı gizli olmakla birlikte, parçalı şeklin sergilediği artık orada olmayandır; çünkü anımsanan ve düşlenilen olarak varlığı ötedeki bir bakışa her zaman bağımlı olacaktır.
Sorumuza geri dönersek, toplumsal düzlemde bir arınmanın ol(a)mayacağını söyleyebiliriz. Toplumun kendisiyle yüzleş(e)meyeceğini ve doğal olarak başlangıcın, yani kenti kuracak öncülün suç olacağını ileri sürebiliriz. Yitirilemez sandığımız haklarımızın yavaş yavaş elimizden çekilip alındığı bir kentte umudun da neye benzeyeceği bilinmez. Bu andan sonra kaynağını aldığı ve alacağı yasayı yitirmiş bir toplumla karşı karşıyayızdır artık.