Görme biçimleri ideolojik çemberlerin içinde kendini duyuruyor. Bakmakla görmenin arasında farklı öngörüler, çıkarlar ve tabi vicdanlar var. Arto Tunçboyacıyan’ın bir şarkısında şu sözler var: “Herkes gördüğüne doğru der.” Tabi Tunçboyacıyan’ın şarkıda kendince vardığı ve duyurmak istediği yer farklı. Yazının konusu olması açısından bükülüp farklı bir yerden görmek ve öteki bakışı ayyuka çıkarmak için elzem.
Çokça konuşulan ve yazık ki çokça konuşulduğu kadar aynı saatte gündemden düşmesi aynı hızla paralel olaylar hakkında yazmak zor. Çünkü herkesin gündemi farklı, herkes gördüğünü bir başka baktığına değiştirebiliyor. Bu çağda bu bakma ve görme mefhumu anında yer değiştiriyor. Görme biçimlerine başka bir hafıza tembihlemek lazım. Olmadı tekrarların bıktırıcılığından medet ummak lazım. Her hatırlama bir yeniden gündem, her hatırlama harlanan bir öfke duyuruyor. Bu ayırım neyse ki dört ayak üstüne düşürüyor tarihi. İyi ki…
Geçtiğimiz günlerde 2017 yılında Diyarbakır Newrozu’nda polis kurşunuyla öldürülen Kemal Kurkut cinayetinin davası görüldü. 3 yıldan fazla bir zamandan sonra ve 12 duruşmanın sonucunda yargılanan polis beraat etti. Hiç yoktan 22 yaşındaki Kemal Kurkut öldü ve onu katleden polis suçsuz bulunup mahkemece aklandı. Şimdi aynı polis başka yerlerde tescilli bir katil olarak “toplumun güvenliğini” sağlamakla görevli.
Gazeteci Abdurrahman Gök’ün cinayeti ‘naklen’ çekip kamuoyuna duyurması delil olarak görülmedi. Tam tersine Gök hakkında 20 yıla kadar hapis cezası istendi ve yargılanıyor. O kadar haksızlığa, cezasızlığa ve apaçık düşman hukuku yargı kararlarına maruz kaldık ki, Kemal Kurkut’un abisi Cihan Kurkut bile mahkemeye günler kala umutsuz olduğunu söyledi. Bazı insanlar ise ölgün bir umutla, caydırıcı olacak bir kararın çıkmasını bekledi. Nitekim tanıklık öngörüyü doğruladı ve beraat kararı verildi.
Devletin polisinden askerine, bekçisinden çetecisine tembihlediği cezai ehliyetsizlik serbestliği o kadar yaygınlaştı ki, mahkemeler birer tiyatro oyunlarına döndü. Artık çokça haksızlığın örneklerini düşünüp distopik yaratıcılığa başvurmaya gerek kalmadı. Para verip tiyatro gösterimlerine gitmenize de gerek yok. Haber bültenlerinin hemen hepsi artık birer distopik tiyatro sahnesi.
Alın bir mahkemenin gerekçeli kararını ve en üstte de koca puntolarla “TÜRK MİLLETİ ADINA” denilerek başlayan bu nefret cinayetlerinin karar hükümlerini okuyun. İlk başta suç ve suçluyu görürsünüz. Sonraki paragraflarda anlatım bozukluğuyla dolu Türkçeyle yazılmış savunma ve iddialar, sonra da yasalar ve onların maddeleriyle karşılaşırsınız. Siz okuyup bitirene kadar kafanızda türlü türlü olaylar canlanır. Hukuki bilginiz olmasa bile kişisel olarak vicdani muhasebe ile bir yargıya varırsınız. Ama mahkemeler öyle yapmaz. “Türk Milleti Adına” verdiği kararda Kürtlerin öldürülmesini, asker ve polis lehine olması gereken diye duyurur. Suçlu kalmaz hatta öldürülen suçlu bulunur. Çünkü Kürdü öldürmek için neden çok.
Bazı tarihsel dönemeçler var. Özel günler, bayramlar ve yaslar gibi halkların belirlediği efsaneler, mitler, kayıplar, başlangıçlar gibi yeniden hatırlamaya vesile tarihi günler. Kemal Kurkut, Diyarbakır’da insanların tutuklama ve bombalamaya rağmen toplanıp kutladığı Newroz Bayramı’nda katledildi. Kürtlerin bayramlarını kana bulamak, kansız geçen bir bayramı tarihe yazdırmamak için kuşaklardır devletin büyük bir kibri var. İyi ki tam da bu tarihsel kibre karşı direnenlerin görkemli ve tarihi bir azmi var.
Tüm bu mahkeme kararları aslında birçok kesimi derinden etkiliyor. Büyük bir kesimin vicdanını yaralıyor ve öfkelendiriyor. Mesela bu tür yargı yoluyla cinayetleri meşrulaştıran kararların tümü “Türk Milleti Adına” veriliyor. Malum, yer gök şahit olup aksini söylese de bu ülke sınırları içinde yaşayan herkes tartışmasız Türk’tür. Diğer halklar kim olsa da Türk olarak kabul edilir. Bu inat, eşyanın tabiatına aykırılık teşkil etse de öyle.
Diyeceğim şu ki; madem bu kararlar “Türkler adına” veriliyor, kendini Türk olarak tanımlayanlar yargı yoluyla bu tür kararlara karşı yasal meşru yolları denese? “Ben Türküm ve benim adıma verilen bu kararı kabul etmiyorum” diye bir hukuki yolla mücadele başlatsa? Bunu başlatanı başkaları takip etse? Böylesi bir adımla, “Türkler adına” verilen bu tür kararlara Türklerin karşı koyması, yıllardır dillendirilen “Türklük Sözleşmesi”nde farklı bir gedik açar belki ve devletin bekası yerine yurttaşın bekası tahkim edilir. Çok mu naif bir öneri? Yine de öneri…
Not: Her yazıda bir kitap önermeye çalışacağım. Bu haftanın önerisi: Alan Paton/ Ağla Sevgili Yurdum.