Haritacılık bir coğrafya bilimi olarak çok eski zamanlardan günümüze ulaşan köklü bir geleneğe sahiptir. Bu tarihsel gelenek içinde günümüz haritalarında ülke sınırlarını belirlemek için kırmızı bir hattın kullanılması oldukça yakın zamanların, ulus devletlerin şekillenmesiyle ortaya çıkan bir olgu. Geçmişin haritalarında coğrafi alanları ‘falanların ülkesi, filanların diyarı’ gibi toplum betimlemeleriyle tanımlayan yaklaşım, zaman içinde yerini devletlerle tanımlanan bir anlayışa bıraktı. Bu durum da genellikle belli bir devletin sınırında yaşayan ama etnik ve dinsel olarak söz konusu ülke devletince görmezden gelinen toplulukların topyekûn yok sayılmasına yol açtı.
Bu anlamda merkezi New York’ta bulunan Birleşmiş Milletler teşkilatı, tam da bu yaklaşımla şekillenmiştir. Aslında yapının doğru tanımınım ‘Birleşmiş Devletler’ olması çok daha isabetli olurdu. Hukukunu devlet anlayışı ile şekillendiren bu yapıda kendi habitatında egemen olmayan halkların esamisi okunmaz.
Ülkeleri İsrail tarafından işgal edilen Filistinliler, anavatanları Türkiye, İran, Suriye ve Irak tarafından bölüşülen Kürtler ve daha pek çok halkın özgürlük talebi BM nezdinde yok hükmündedir. Daha da önemlisi, ‘sınırların değişmezliği’ ilkesi tam da halklara karşı devletlerin çıkarlarını gözeten bir anlayışın ürünüdür.
Dağlık Karabağ meselesi de BM tarafından egemen bir devlet olan Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü anlamında yorumlandı ve o bölgede yaşayan halkın iradesi bütünüyle yok sayıldı. Aynen AKP iktidarının yayılmacı politikalarına “Türkiye’nin sınırlarını koruma hakkı vardır” denilerek yeşil ışık yakıldığı gibi. Afrin ve Idlib’in işgaline yol açan, şimdilerde ise Rojava kantonunu tehdit eden o harekâtın öncesinde Türkiye’ye yönelik somut bir saldırı olmadığı gibi, Suriye-Türkiye sınırı boyunca 30 km. genişliğinde bir alanın işgali de kolayca meşrulaştırıldı. Bu esnada hiç kimse Suriye’nin toprak bütünlüğünü hatırlama gereği duymadı. Bu kavram ancak Suriyeli Kürtlerin herhangi bir şekilde statü kazanma ihtimali doğduğunda anımsanıyor, ülke emperyalist bir bölüşüme uğrarken değil.
2.Dünya Savaşı sonrasında başta Avrupa halkları olmak üzere tüm dünya halklarının başat beklentisi daha adil bir dünyanın inşasıydı. Geçen üç çeyrek asır boyunca bunun bir ütopya olduğu, zorun belirleyici gücünün o ütopyayı karartmaya yettiğini bir dizi acı örnekle deneyimledik. Leninist ilkelerden olan ‘Ulusların kaderini belirleme hakkı’ Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tarihe gömüldü. Soğuk Savaş sonrası egemen olan yenidünya düzeninde halkların en meşru talepleri dahi devletlerin çelik zırhını delemiyor. Batı demokrasilerinde kabul gören yerel yönetim uygulaması dahi yeni popülist siyasetin egemen olduğu ülkelerde akamete uğratılıyor. ABD’de ‘Siyah Hayatlar Değerlidir’ protestolarını bastırmak için federal muhafızların kullanılması, Avrupa’da her terör eyleminden sonra güvenlikçi politikalarla sivil özgürlüklerin kısıtlanması yerel siyasetin merkezden belirlendiği örnekler olarak sayılabilirler.
Türkiye’de ise yerelin güçlenmesi doğrudan merkezi yönetimin zayıflatılması olarak görüldüğü için, valiler kolayca seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyım olarak atanabilmekte. Esasen Edirne’den Ardahan’a kadar bir bütün olarak sunulan Türkiye haritası içinde pek çok farklı unsur barındırıyor. Bunları dile getirmek bölücülük olarak tanımlanırken, ülkenin derin siyasi aklı siyasi ve ekonomik programlarını o bölünme çerçevesinde hayata geçiriyor. Sanayi yatırımlarının bölgelere göre dağılımı, mülteci gruplarının yerleştirileceği illerin belirlenmesi ve benzeri stratejik kararlarda devletin bölücü aklını gözlemek mümkün. Gerisi sadece edebiyat.
Haritalarda devlet sınırlarını betimleyen kırmızı çizgiler, haritacılık tarihinde yüz- ikiyüz yıllık bir yol kazası olarak değerlendirilip ortadan kalktıklarında, ilahi ütopyanın da gerçeğe dönüşmesine tanık oluruz. Yoksa üzerinde yaşayan insanların iradesini yok sayıp araziler üzerinde sahiplik, iyelik kavgası sadece bugün değil, gelecekte de acılara yol açacak.