Köyün birinde helva satan yaşlı bir bakkal varmış. İşini bir çırakla yürütürmüş. Köylüler çırak az helva veriyor, hile yapıyor diye şikâyet edermiş. Bakkal, çırağı kovar yenisini alırmış, onu da şikâyet ederlermiş ve bu böylece devam edip gidermiş… Sonunda terazinin bozuk olduğu anlaşılmış, terazi değiştirilmiş ve şikayetler son bulmuş… Bu anektodu Türkiye İşçi Partisi’nin genel başkanı rahmetli-saygıdeğer Mehmet Ali Aybar, 1960’lı yılların ortalarında bir parti toplantısında nakletmişti… Maalesef Türkiye solu onun değerini bilemedi…
Merkez Bankası Başkanı Murat Uysal görevinden alındı, yerine eski bakan Naci Ağbal atandı. Ardından Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın tuhaf istifasıyla dolar kuru düştü… Normal olarak belirsizlik durumlarında dolar kuru yükselir. Bizde tersi oldu… Bu, banka başkanının ve bakanın bir işe yaramadığı anlamına geliyor… Karşı karşıya olduğumuz sorun, bir bürokratın, bir bakanın [ki, o da Saray Rejimi söz konusuyken bir bürokrattan fazlası değildir] değiştirilmesiyle çözülebilir değil. Zira, sorunun kaynağı gerilerde ve doğrudan ekonominin yapısını ve işleyişini angaje ediyor… Radikal değişiklikler olmadan şeylerin seyrinin değişmesi mümkün olmayacak…
Türkiye ekonomisi geride kalan 18 yıllık AKP iktidarında, özellikle de Saray Rejimi’nin dayatıldığı son iki yılda çöktü. Gerçek durum öyle ama Saray’da hâlâ başka şarkılar söyleniyor… AKP neoliberal gerici ekonomik ve anti-sosyal politikaları gözü kara uyguladı… Hava hariç her şeyi özelleştirdi. Yağmalanmamış, talan edilmemiş hiçbir şey bırakmadı ve tabii ekonominin temeli aşındı… Herkesin olan, olması gereken, herkesin kullanımına sunulması gereken, yaşam kaynakları, yaşam araçları ve alanları olan müşterekler özelleştirildi, yağmalandı, talan edildi… Bütçeyi, hazineyi, müşterekleri ve doğayı yağmalamak, talan etmek, kural haline geldi… Oysa, müştereklerden yoksun bir toplum varlığını sürdüremez… Müşterekler, insanları, toplumu bir arada tutan tutkaldır… Fakat bu yıkım tablosunu, bu çöküşü sadece dinci AKP’ye fatura etmek de uygun değildir. Aslında yıkım tablosunun gerisinde bundan tam 40 yıl önce alınan viraj, yapılan tercih var… 1980 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Amerikancı askerî darbesiyle, ekonominin yönü dışarıya çevrildi. Güya Türkiye ekonomisi ‘dışa açılacak, dünya ekonomisiyle bütünleşecek, ihracat öncülüğünde büyüyecek, kalkınacak, ‘Muasır Medeniyet’ seviyesini yakalayıp, üstüne çıkacaktı…’
Elbette dışa açılmak önemlidir ama nerenizi, kime, nasıl açtığınız da önemsiz değildir… Aslında retoriğe rağmen ‘dışa açılma’ tam bir yeniden kompradorlaşma tercihiydi. Türkiye’nin IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası üçlüsünün yazdığı reçeteye ‘uyum sağlama’ tercihi, ekonominin ve toplumun geleceğini küresel sermayenin [emperyalizmin] insafına terk etmek demeye geliyordu… O tarihten sonra Türkiye ekonomisi küresel sermayenin sömürüsüne açık hale geldi ve ekonominin temeli aşınmaya devam etti. Kompradorlaşmış bir ekonomi, iç eklemlenmesi zaafa uğramış bir ekonomidir… Ekonominin sektörleri arasındaki eklemlenme, karşılıklılık ve tamamlayıcılık ilişkisi bozulur, ekonominin yönü dışarıya çevrilir. Her sektör yönünü dışarıya çevirir ve bir yönetememe durumu ortaya çıkar… Şimdilerde ortaya çıkan durumun gerisinde çıkarları emperyalist çıkarlarla ortak olan Türkiye’nin mülk sahibi sınıflarının o tercihi var…
Her şeyin özelleştirildiği, kâr aracına dönüştürüldüğü koşullarda ekonomi planlanabilir ve yönetilebilir olmaktan da çıkar. Aksi halde Türkiye saman, koyun, sığır, et, pamuk, mercimek ithal etmek durumunda kalmazdı… Ülkenin ve toplumun kaderi ve geleceği küresel finans sermayesinin insafına terkedilmişken, başka türlü olabilir miydi? Vergiler tam bir haraca dönüşmüş durumda. Bir tek nefes almaktan vergi alınmıyor… Toplanan onca vergi küresel tefecilerle, komprador kapitalist sınıf ve dinci iktidar yandaşları arasında paylaşılıyor… Tabii bu arada yerli-milli şarkıları da eksik değil… İnsanlar aç, işsiz, çaresiz. Dinci iktidar toplumun sorunlarına külliyen yabancılaşmış durumda… Ülkeyi tuhaf bir kolonyalist [sömürgeci] zihniyetle yönetmeye çalışıyor. Daha doğrusu yönetemiyor… Ülke çoktan yönetilemez hale gelmiş durumda…
Bu kafayla, bildik yöntem ve araçlarla yıkım tablosundan çıkmak mümkün değil… Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak… Aracı da sürücüyü de değiştirmek gerekiyor… Velhasıl radikal kopuşu, radikal bir devrimi gerektiren zaman gelip çattı… Ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir… Aksi halde araç patinaj yapmaya devem eder… Mevcut politik aktörler ve politika yapma tarzıyla patinaj yapan aracı bataklıktan çıkarmak mümkün değil.
Yeni paradigma zamanı…
Çöküş tablosundan ancak ekonomik, sosyal ve ekolojik planlamayla çıkılabilir. Fakat her şeyin özelleştirildiği bir ekonomi planlanabilir değildir… Öncelikle, başta temel üretim araçları olmak üzere, halktan çalınanı asıl sahiplerine iade etmek gerekiyor… Başka türlü söylersek, özelleştirilmiş olan ne varsa kamulaştırmak, daha doğrusu sosyalleştirmek gerekiyor… Tabii planlama da demokratik planlama olmak kaydıyla. Sosyal kötülüklere (işsizlik, açlık, yoksulluk, geleceksizlik kaygısı, aşağılanma…) hızı ve yoğunluğu artan ekolojik yıkım, doğa tahribatı eşlik ediyor ve bu ikisinin diyalektiği, toplumun geleceğini karartıyor…
İçine sürüklendiğimiz bu çöküş tablosundan ancak eko-sosyalist paradigmayla çıkılabilir. Zira, bunak kapitalizm her seferinde her türden sorunları ve kötülükleri azdırıyor. Artık insanlığın ve uygarlığın geleceği riske girmiş durumda. Başta iklim krizini ve ekolojik yıkım olmak üzere, kapitalizm dahilinde hiçbir sosyal sorunu çözmek mümkün değil… Bundan sonra amaç iktidarı (iktidardaki partiyi) değiştirmekle sınırlı olamaz, olmamalıdır… Mevcut iktidardan acilen kurtulmak gerekiyor ama AKP öncesine dönmekle de hiçbir sorun çözülemez. Sürece vakitlice radikal bir müdahale gerekiyor zira, kapitalizm dahilinde insanlığın ve uygarlığın bir geleceği yok…. Aksi halde geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir… Şeylerin seyrini değiştirmek de düşünce sistemimizi değiştirmeden mümkün değil. Umutsuzluğu aşmanın yolu mücadeleden geçiyor. Boşuna umut mücadeleden doğar denmemiştir… Ya irade ve bilinç sahibi, sorumlu insanlar olduğumuzu kanıtlayacağız ya da geleceğimiz kararmaya devam edecek…
Artık kapitalizm tarihsel ömrünü doldurdu, potansiyelini tüketti. Sorunlar derinleştikçe, sömürüye, baskıya, devlet terörüne tepkinin büyümesi de eşyanın tabiatı gereğidir ve büyüyor. Kadınlar ayakta, ekolojistler ayakta, köylüler-çiftçiler ayakta, geniş emekçi kesimler ayakta, bugünü ve gelecekleri karartılmış gençler de ayakta… Dolasıyla eksik olan mücadele değil… Fakat tüm bu tepkiler, protestolar, direnişler, isyanlar bölük-pörçük… Maalesef savunma aşamasının ötesine geçemiyor… Bir perspektife, paradigmaya, ütopyaya endeksli değil… Aslında çeşitlilik bir zaaf değil… Sorun, çeşitlilik içinde birlikteliği sağlayamamak ve bir amaç, bir perspektif için seferber edememekle ilgili… Önce her bir ülke içindeki muhalefet odaklarının bütünleştirilmesi, aynı şeyin dünya ölçeğinde de gerçekleştirilmesi gerekiyor… Onun adı da enternasyonal… Zira, başta iklim krizi ve ekolojik yıkım olmak üzere, sorunlar artık ulusal planda çözülebilir değil…