Sadece muhalefet partileri değil, AKP içinden de bir kesim, ekonomi yönetiminin başında bulunan damat&bakan Albayrak’ın istifasını istiyordu bir süredir. Gerekçeleri, Albayrak’ın ekonomiyi yönetecek yetkinlikte olmadığı ve ekonominin de iyi yönetilemediği idi. Geçtiğimiz hafta istifa/af dileme haberinin ardından bu konu, ziyadesiyle yazıldı çizildi. Bu nedenle Albayrak’ın yetkinliği ve istifa meselesini bir tarafa bırakıp, “ekonomi yönetimi” üzerinde durmak istiyorum.
Ekonominin nasıl yönetilmesi gerektiğini ele alırken önce “ekonominin iyi yönetilme kriterinin ne olduğu”nu sorgulamak gerekir. Eğer söz konusu olan bir şirket olsaydı, kârı yüksek olan şirketin iyi yönetildiği söylenebilirdi. Ama ülke ekonomisinin yönetilmesinden söz ediliyorsa yanıt o kadar basit değildir.
Her şeyden önce bir ülkede -şirketten farklı olarak- çıkarları birbiriyle çelişen sınıflar ve çıkar grupları vardır ve doğal olarak bunlardan birisi için iyi olan, diğeri için kötüdür. Ekonomi, bu sınıflar ve aynı sınıftan olsa da çıkarları ayrışan gruplar arasındaki güç ilişkileri üzerinde şekillenir. Yani ekonomi kendinden menkul bir mekanizma olarak değerlendirilemez; zira güç dengeleri ve beraberinde toplumsal yapı üzerinde etkisi olan tüm faktörler ekonominin de belirleyenidir. Bunların en başında hâkim üretim sistemi ve buna bağlı olarak şekillenen toplum düzeni gelir.
İçinde bulunduğumuz dönemde dünyanın hemen tümünde ve elbette Türkiye’de de bir avuç burjuva ve onun çıkar ortaklarının söz sahibi olduğu kapitalist üretim sistemi ve kapitalist toplum düzeni hâkim. Kapitalizmde egemen azınlık, siyaset kurumu vasıtasıyla toplumsal düzenin kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılanmasını ister. Amaçlanan, ekonomi ile siyaset arasındaki bağın gizlenerek bunların birbirinden ayrı işleyen mekanizmalar olduğuna halkın inandırılmasıdır. Böylece siyaset kurumunun, burjuvazinin çıkarları için toplumun geniş kesimlerini işsizliğe, yoksulluğa; savaşlarda, iş cinayetlerinde ölüme sürüklediği gerçeğinin üzeri örtülmüş olacaktır. Burjuvazinin amacına ne ölçüde ulaşabileceği, çıkarları onunla örtüşmeyen toplum kesimlerinin söz hakkını ne ölçüde kullanabildiğine yani demokrasinin düzeyine bağlıdır.
En temel insan hakları ve özgürlüklerin (haber alma, düşünce ve ifade vb) bile kolaylıkla çiğnendiği emeğine, doğasına, siyasal ve kültürel haklarına sahip çıkmaya çalışan kesimlerin sesinin şiddet kullanılarak kesildiği, ekonomik ve sosyal hakların her geçen gün daha da tırpanlandığı bir ülkede ekonomiyi kimin yönettiğinin; ezilen, sömürülen, yoksullaştırılan geniş toplum kesimleri için zerrece önemi yoktur! Zira toplumda güç ilişkilerini dengeleyecek örgütlenme ve mücadele kanalları tıkanmışsa, değil ekonomi yönetimi, siyasi iktidar tümden değişse bile durumda dişe dokunur bir etki yaratmayacaktır.
Türkiye’de muhalefetin ufku, ekonomi yönetimini eleştirmek ve örneğin damat&bakan Albayrak’ın istifasını istemekle ya da Merkez Bankası’nın özerkliğini sorgulamakla sınırlıdır. Muhalefetin eleştirisi uygulanan politikalara değil, bu politikaların iyi uygulanmadığına yöneliktir ve bu politikaları kendilerinin daha iyi uygulayacaklarını iddia ederler. Oysa emeği, doğayı sermayenin çıkarları için daha çok sömürmeye dayanan neoliberal politikaları uygulamakta, 18 yıllık iktidarı süresince AKP son derece “başarılı” olmuştur. Öylesine başarılı olmuştur ki dünyada bu politikaları ciddi bir toplumsal direnişe neden olmadan uygulayabilen ve kesintisiz biçimde iktidarda kalabilen bir başka hükümet yoktur! Uluslararası ve yerli sermaye tarafından her fırsatta; alkışlanan bu başarının esbab-ı mucibesi; demokrasiden gittikçe uzaklaşarak, ülkede otoriter bir rejimin inşa edilmesidir. AKP’nin başarısında“demokrasiyi, insan haklarını, milliyetçi hezeyanlarından dolayı savunmaktan imtina eden; toplumun önüne alternatif bir ekonomik program koyamayan, sadece ekonomi yönetimini eleştirmekle yetinen muhalefet”in de payı büyüktür.
Uzun sözün kısası, siyasi iktidardan azade bir ekonomi yönetimi yoktur. Türkiye’de ekonomiyi ve beraberinde ülkeyi yönetenler; işçi, memur, köylü, esnaf, küçük üreticiden oluşan geniş toplum kesimlerini yok sayan ve ülkenin tüm kaynaklarını bir avuç sermayedara sunan yani toplumun geniş kesimleriyle birlikte ülkeyi uçuruma doğru götüren yolda ilerleyen bir aracın sürücüsü durumundadır. Siz eğer aracın yolunu değiştirmezseniz, sürücü koltuğunda kim oturursa otursun, uçuruma yuvarlanmaktan kurtuluş mümkün olmayacaktır. Toplumun, kendisini uçuruma kimin götüreceği konusunda akıl verene değil; toplumu refaha ulaştıracak alternatif yollar ortaya koyana ve bu doğrultuda mücadeleyi örgütleyecek siyasi yapılara ihtiyacı vardır!