21 yıldır İmralı’da tecrit altında tutulan PKK Lideri Öcalan’ın barış çabalarına yanıt savaş oldu
Sadiye Eser-Erdoğan Alayumat/İstanbul-MA
Kürt sorununun şiddetten uzak bir yolla siyasal çözümünün sağlanabileceği inancıyla 1993’ten bu yana Türkiye ile diyalog zemini oluşturmak için çaba gösteren PKK Lideri Abdullah Öcalan, bu doğrultuda 1993, 1995 ve 1998 yıllarında ateşkes kararları aldı. Öcalan, Türkiye’ye getirilmesiyle 21 yıldır tutulduğu İmralı Cezaevi’nde de çözüm konusunda devlete ısrarla barış eli uzatmayı sürdürdü. Öcalan çözüm ve barışta ısrar ederken, başta ABD-NATO olmak üzere küresel güçler ise Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ederek, demokratik çözüm çizgisini sabote etmeyi ve sonu gelmez bir “Kürt-Türk çatışması” geliştirmeyi amaçladı. Öcalan’ın, İmralı süreci boyunca gösterdiği demokratik çözüm ve barış çabaları yıllara göre şöyle özetlenebilir:
Yıl yıl barış çabası
1999 İmralı yargılamasında “Demokratik Çözüm Bildirgesi” başlığıyla yayımlanan “Demokratik Çözüm ve Barış” savunması yaptı. İdam kararına rağmen kendi inisiyatifiyle tek taraflı başlattığı ve adına “Büyük Barış Çabası” dediği süreci azimle sürdürdü. Silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesini sağlayarak iki Barış Grubu’nun gelişini sağladı. Yasal düzenleme halinde tümüyle silahların bırakılarak demokratik cumhuriyete katılacaklarını deklare etti. Ama verilen cevap, Barış Gruplarının cezaevine konulması oldu.
Batı’nın rahatsızlığı
2000 yılı, yasal düzenleme halinde nihai çözüm yılı olarak hedeflendi. Yani yasal düzenleme olsaydı aslında bu iş, demokratik cumhuriyet temelinde 2000’lerde çözülecekti ancak bunun zemini sağlanmadı. Bu süreçte İngiltere sınır dışına çekilmiş, çatışmayan PKK’yi açıkça “terörist” sayarak yasaklama yoluna gitme tutumunu sergiledi. Yani savaş döneminde vermediği bir kararı barış sürecinde veriyordu. Avrupa Birliği ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) davasını demokratik çözüm yönünde ele almak yerine, Türkiye ile pazarlık konusu haline getirdi. Batı’nın bu yaklaşımının altında olası demokratik çözümün, yıllardır bir kullanma malzemesi olarak gördükleri Kürt kartını ellerinden alması yatıyordu. Türkiye içerisindeki rantçılar ise çatışmayı derinleştirmek istiyordu. Öyle ki “Rahşan Affı” adı altında çıkan düzenlemeye MHP engel olmuştu. Ardından yaratılan belirsizlikle birlikte tümüyle teslimiyet, idam, faili meçhuller, sorunu çürütme ve yozlaştırma politikası devreye konuldu.
Özgür Kürtlük hedefte
2001’de ABD’de 11 Eylül saldırısı yaşandı. ABD bu saldırıyı bahane ederek, geliştirdiği “terör” konseptine PKK’yi de dahil etti. Oysa PKK sınırların dışına çekilmiş, yasal düzenleme halinde demokratik cumhuriyete katılmaya hazırlanmıştı. ABD bir yandan demokratik çözüm ve barış için çabalayan Öcalan’ı ve özgür Kürtleri hedefe koyarken, diğer yandan Türkiye’yi Barzani Talabani işbirliğine yönelterek milliyetçilik ve ulus-devlet anlayışının önünü açıyordu. Bu da böl-yönet politikalarını ve çatışmayı körüklemekti. Bu politikanın İmralı Cezaevi’ne yansıması; Öcalan’a gazete verilmemesi, kütüphanesinin dışarıya alınması ve avukat geliş-gidişlerinin zorlaştırılması oldu.
Ilımlı İslam ve AKP
2002’nin 2 Mayıs’ında AB de “terör listesi” ile bu politikayı destekledi. Hem ABD hem AB “düşük yoğunluklu savaş” dedikleri savaş döneminde Öcalan ve PKK’yi “terörist” saymazken, demokratik çözüm ve barış için ciddi adımların atıldığı bir dönemde PKK’yi “terör” listesine alarak, komployla amaçlanan Türk-Kürt savaşını derinleştirmeyi çıkarlarına daha uygun görüyorlardı. Bu şekilde Türkiye’den daha fazla taviz koparacak, bağımlı hale getireceklerdi. Öcalan’ın “Büyük Barış Çabası” dediği bu yıllar, yasal düzenleme halinde silahların devreden çıkarılarak demokratik cumhuriyete katılmaya ve nihai çözüme gitmeye çalıştığı yıllardı. Bu dönemde Bülent Ecevit ile dolaylı diyalog süreci de yaşanıyordu, ancak bir anda Ecevit’in hastalığı gündeme getirilerek (ki sonradan bilinçli felç edildiği iddiaları ortaya atıldı) tasfiye edildi. Ardından İngiltere, ABD ve AB’nin “terör” konseptine uyum sağlamak adına “Ilımlı İslam Projesi” dedikleri AKP iktidara getirildi. AKP iktidara gelip, ABD ve AB’nin politikalarına yatarak Öcalan ile diyalogları da kesti.
Diyalogları kim kesti?
Öcalan, bu döneme dair şu değerlendirmelerde bulunacaktı: “2002 yılı çok önemliydi, 1993’ten daha önemliydi. 2002’ye kadar Ecevit’le temsilcisi üzerinden dolaylı görüşmelerimiz oluyordu. Sorunu çözmek istediklerini söylüyorlardı. Ancak Ecevit’in tasfiyesiyle diyalog bir anda kesildi. Bu dönemde üzerime düşeni yapmış, silahlı güçleri sınır dışına, PKK’yi de demokratik çizgiye çekmiştim. Tek kurşun atılmamış, çatışmasızlık ortamı yaşanmıştı. Ancak bir anda diyalog ortamı kesildi. 2002’de görüşmeler neden kesildi, kim kesti? 2002’de AKP iktidara gelir gelmez ABD’nin bazı politikaları vardı, görüşmeler kesildi, her şey değişti. Diyaloglar kesildikten sonra İngiltere, ABD oyunları yavaş yavaş ortaya çıktı. ABD bir yandan Talabani ile Erdoğan’ı görüştürüyor, diğer yandan da PKK’yi içeriden bölmeye çalışıyordu. Diyalog yerine tasfiye politikaları yürütülüyordu.” Bu durumun arkasında ABD, İngiltere ve İsrail vardı. Bunlar Öcalan’ı ve hareketini tasfiye, Barzani ve Talabani’yi öne çıkarma politikasını yürütüyorlardı. AKP hükümeti de bu politikaya yatmıştı.
İmralı’ya tehdit mektupları
2003’e girerken Öcalan, Erdoğan’a da diyalog çağrısında bulundu. Barış bildirgesi hazırlayarak hükümete sundu. Adına da “Özgür Birliktelik ve Barış Hamlesi” dedi. Ancak hükümetin buna yanıtı avukat görüşmelerini kesmek oldu. Yine bu süreçte karanlık çevrelerden gelen 25-30 kadar tehdit mektubu Öcalan’a verildi.
10 maddelik barış planı
2004’e girerken Öcalan, hükümete bu kez de 10 maddelik “Barış Planı” sundu. 2005 yılına kadar “Barış İçin Yol Haritası”nı geliştirdi. Ancak AKP’nin buna yanıtı “Eve Dönüş Yasası” adı altında pişmanlık dayatmaktan öteye gitmedi.
1 Haziran yasaları
2005’te AİHM’in yeniden yargılanma kararını Öcalan yeni bir barışçıl hamleye dönüştürdü. AKP ise 1 Haziran yasalarıyla sürecin önüne engel koydu. Bu süreçte Türkiye, Avrupa ile Kürtler üzerinden pazarlık yaptı. Bu temelde AİHM nihai kararında Öcalan’ın kaçırılmasını ve tecrit koşullarını ihlal olarak görmeyecekti. Avrupa Konseyi Öcalan’ın yeniden yargılanma talebini dosya üzerinden kapattı. AB, ABD ve Türkiye arasında bir anlaşma olduğu görülüyordu. 1 Haziran Yasaları temelinde Öcalan’ın koşullarının daha da ağırlaştırılması böyle bir anlaşmanın sonucuydu.
Dış dünyayla bağ kesildi
Öcalan üzerindeki uygulama ve hücre cezaları hem fiziken hem de iradi olarak boğma girişine dönüştü. Bu durum 2005’in ikinci yarısından itibaren bir konsept olarak geliştirildi. 2006’da da bu konseptin gereği olarak hükümet tecrit politikasını uygulamaya devam etti. Öcalan’ın dış dünya ile bağı koparıldı.
TMY’nin devreye girişi
Öcalan her fırsatta barışı istediğini söylüyordu ama Kürtlerin varlığı, dili, kültürü kabul edilmiyordu. Terörle Mücadele Yasası (TMY) ile toplu imha dayatılıyordu. Öcalan, buna karşı “TMY yerine Meclis’te demokrasi paketi çıkarılması gerekir” diyerek, çözüm çağrılarını sürdürdü.
İmha konsepti ile yanıt
2006 Eylül ayında dolaylı yürütülen süreç, 2008’e dek sürdü. O dönemde DTP içinde bazılarının yine devletin gayriresmi yetkilileriyle diyaloğu vardı. Bunu demokratik çözüm adına değerlendirmek isteyen Öcalan, PKK’ye ateşkes çağrısında bulundu. Ancak ateşkesin hemen ardından “imha konsepti” ile yanıt verildi. Ateşkes konumunda oldukları halde dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, “Sonuna kadar imha edeceğiz, yirminci terörist saldırıyı da ezeceğiz” dedi. Öcalan. “ABD, İngiltere gibi hegemonik güçler Türkiye’ye, orduya şunu söylemişlerdi: ‘Biz Güney’i hallediyoruz, Barzani ve Talabani PKK’yi sıkıştıracak, PKK’ye yönelecek, siz de Türkiye’den gerekli askeri operasyonları yapın.’ Kendi hesaplarına göre bu şekilde Kürt sorunu halledilmiş olacaktı! Ateşkese rağmen bir yandan imha amaçlı operasyonlarla mikropları yok edeceğiz deniliyor, öte yandan da burada bana hücre cezaları veriliyordu” diyecekti.
Ateşkes boşa düştü
ABD, Türkiye ve AB aralarında anlaşmışlardı. PKK’nin tasfiyesi, Öcalan’ın da İmralı’da zamana yayılarak baskı altına alınması yoluna gidildi. Öcalan’ın her söylediğine hücre cezası verildi. Öcalan için demokrasi bir amaçtı, ama Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, demokrasiyi bir araç olarak gördüklerini açıkladı. Öcalan, “Sorunlar doğru bir yaklaşımla ele alınmıyordu. Beşinci defa gerçekleştirdiğimiz ateşkes ve demokratik çözüm çabasını da böylece boşa çıkardılar” diyecekti.
Anayasada tek cümle
2008’de Öcalan, “Eğer çözüm isteniyorsa herkesin, Kürtlerin de üzerinde mutabık kalacağı bir anayasa yapılabilir. PKK’ye de ‘Gel, bu anayasanın hazırlanış sürecine katıl’ denilebilir” teklifinde bulundu. Bu konuda bir cümlenin bile anayasada yer almasının yeterli olacağını söyledi. Öcalan’ın, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bütün dil ve kültürlerin demokratik bir şekilde varlığını ve kendini ifade etmesini kabul eder” cümlesi bile tek başına birçok şeyin önünü açacaktı. Öcalan, “Bu cümleyi anayasaya koysunlar iki ay içinde PKK silahı bırakır. Ondan sonraki aşama demokratik yasalarla düzenlenir. Bu söylediklerim mümkündür, akan kanı durdurabiliriz” dedi. Ama çözüm irade gösterilmedi. Tersine Cumhurbaşkanı Gül, “Sınır ötesi operasyon için her şey masada, başbakan da bunları onaylamıştır” dedi.
Çözüm yanlış adreste
Bu dönemde Amerika’ya giden Gül, uçakta “İlişkilerimiz sıradan iki devlet arasındaki ilişki gibi değildir” dedi. Irak ile Barzani Talabani’ye ise “PKK’yi aradan çıkartırsanız Irak’a yardımımız on kat artar” diye seslenen Gül ile yaptığı görüşmesi sonrası açıklama yapan Bush da PKK’yi “ortak düşman” ilan etti. Bu uzlaşmaya karşı olanlar da tasfiye edilecekti. Öcalan buna ilişkin, “Hakkımızda tasfiye kararı alınmıştı. Kürt özgürlüğü tasfiye edilmek isteniyordu. Hükümet de artık hükümet değil, iradesi yoktu. Çözüm yerine operasyon yapıyorlardı. Erdoğan, Bush’un bir tek sözcüğünün arkasına sığınıyordu. Bush’un PKK’ye düşman demesi çözüm değildi. AKP’nin herhangi bir çözümü de yoktu. Paket maketleri de yoktu. Ellerindeki paket dedikleri şeyler, Çiller döneminden hatta Çiller’den de önce hazırlanmış çözüm getirmeyen paketlerdi. Erdoğan; ‘teröre karşı on iki milyar dolar’ ayırarak terörü bitireceğini söylüyordu, Gül de aynı şeyi söylüyordu. Bunların çözüm dertleri yoktu. Çözümü Washington’da, Talabani’de şurada burada arıyorlardı” dedi.
3 aşamalı çözüm önerisi
2009’a da Öcalan kendi çözüm projesi olan “Yol Haritası” ile girdi. Öcalan, AKP’ye seslenerek, “Demokratik müzakere olursa çözüm gelişir, bu konuda cesur olun, demokratik çözümün önünü açın. Demokratik siyasetin önünü açın. Barışın önünü açın. Demokratik müzakerenin önünü açın” dedi. Ancak AKP demokratik çözüm yerine Barzani ve Talabani’yi kullanarak, milyon dolarlarla Kürtlerin bir kısmını kendilerine bağlayarak tasfiye politikasını sürdürdü. Öcalan’ın Barış Grubu’nu getirmesine yanıt da hücre cezaları oldu.
17 Kasım darbesi
17 Kasım 2009’da kaldığı oda değiştirildi. Öcalan’ın nakledildiği yeni oda eski yere göre daha kötüydü. Hareket alanı daha da daraltılarak, koşulları daha da ağırlaştırılarak teslim alınmak istenen Öcalan bu uygulamaları “17 Kasım darbesi” olarak tanımladı.
KCK operasyonları
2010’da da Öcalan hükümete sunduğu “Yol Haritası” temelinde sağlığı hâlâ elverişliyken demokratik çözüm ve barış rolünü oynamak istiyordu, ancak yine boşa çıkarıldı. Kendisine devlet heyetinin söyledikleriyle hükümetin söyledikleri birbirini tutmuyordu. Hükümet, “Benim verdiklerimle yetinin, sizin iradeniz olmadan ben bu sorunu tek taraflı çözerim” diyordu. AKP’nin amacı “özgürlük hareketini” tasfiye edip, demokratik zeminde olan legal güçleri de kendi çizgisine getirmeydi. Kürtleri ‘KCK’ operasyonlarıyla cezaevlerine doldurdu. Öcalan bu sürece ilişkin, “Ortaya çıktı ki bir bütün olarak Kürtlere uyguladıkları siyasal soykırımdı, ekonomik soykırımdı, kültürel soykırımdı. AKP’nin iktidarda olduğu yedi yılda yapmaya çalıştığı buydu” dedi.
Süreci bozan açıklama
2011’e girerken Öcalan bu sefer demokratik anayasal sürecin yol haritası temelinde müzakerelerle nihai sonuca gitmek istiyordu. İmralı’da devlet heyetiyle görüşmeler ciddi aşamaya gelmiş, protokollere bağlanmıştı. Ancak buna içeride AKP, CHP ve MHP arasında üçlü ittifakla yanıt verildi. İçerideki Kürt karşıtı bu üçlü ittifakın aynısı AKP tarafından uluslararası alanda da hayata geçirilmeye çalışıldı. Bir yandan bu ittifakları geliştirirken öte yandan Öcalan ile sözde çözüm görüşmeleri yürütülüyordu. Nitekim İran’la Kandil’e yönelik operasyon konusundaki anlaşmadan sonra İran, 16 Temmuz’da Kandil’e saldırdı. Ondan iki gün önce ise Erdoğan bizzat çözüm sürecini bozan açıklamayı yaptı.
Yeni hamle
Öcalan, “2011 Temmuz’undan itibaren büyük bir savaşla yüklendiler. Nihai tasfiye operasyonları yaptılar. Başbakanı buna inandıran ekip ‘PKK’yi 2011’de bitireceğiz’ demişti. Bu temelde on bin kişiyi KCK operasyonları adı altında içeriye aldılar” dedi. 24 Temmuz 2011 Öcalan’ın son avukat görüşmesiydi ve 22 Kasım’da da tüm avukatları gözaltına alındı, 2012 yılı boyunca ve 2013 yılına dek bu politika sürdürüldü. Öcalan darbeye karşı yeni bir hamle geliştirdi.
Dolmabahçe mutabakatı
2013 başlarından itibaren Öcalan, “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşam Süreci”ni ilan etti. Öcalan’ın bu süreci canlandırması, darbeyi engelleme sorumluluğuydu. Bu süreç 2015 Nisan ayına dek sürdü ve tam da 2015’te Dolmabahçe Mutabakatı’nda belirlenen pratik adımların atılması aşamasındayken, yine Erdoğan’ın “Bu mutabakatı tanımam” açıklaması geldi. Öcalan’ın barış çabalarına karşılık mutlak tecrit devreye girdi.
‘Rolümü oynarım’
2016 boyunca da bu mutlak tecrit hali devam etti. Sadece 15 Temmuz darbe girişimi sonrası bir kez gerçekleşen aile görüşmesinde, “Hâlâ barış projeleri üzerine çalışmayı sürdürüyorum. Benimle demokratik çözüm ve barış için görüşülsün. Varsa böyle bir niyet, barış projelerimizle bu sorunu birkaç ayda çözeriz. Eğer demokratik çözüm ve barış için samimilerse ben rolümü oynarım” çağrısını yaptı. Ancak bu çağrıya mahkeme kararıyla “mutlak tecrit” yanıtı verildi.
Her görüşmede çözüm
8 Kasım 2018’de tutuklu DTK Eşbaşkanı Leyla Güven’in öncülük ettiği ve 200 gün süren açlık grevlerinin etkisiyle 2019’da 5 kez avukatlarıyla görüştürülen Öcalan yine demokratik çözüm için rolünü oynamaya hazır olduğunu söyledi. Ama karşılık yine “mutlak tecrit”, “kayyum atamaları” ve “operasyonlar” oldu. Son olarak pandemi nedeniyle 27 Nisan 2020’deki telefon görüşmesinden beri Öcalan ve diğer üç tutukludan haber alınamıyor.
Öcalan “mutlak tecride” rağmen intiharvari tutumlara girmeyeceğini, son nefesine kadar demokratik çözüm ve barış için yaşamaya ve direnmeye devam edeceğini, İmralı konumunu böyle belirlediğini, buna gelinirse rolünü oynayacağını, gelinmemesi ve ölümü halinde bundan devletin ve hükümetin başı Erdoğan’ın sorumlu olacağını, hâlâ hayattayken bu sorunu çözmek istediğini vurguladı. Öcalan, “Buradaki konumum devletle ya birbirimizi boğazlarız ya da demokratik çözüm ve barışı sağlarızdır. Eğer İmralı’dan demokratik dönüşüm yönünde bir uzlaşma çıkarsa, bu bin yıllardan beri halkın özlemle beklediği bir bayram olacaktır. Yıllardır bunun için sabrediyorum” diyordu.
İşaret ettiği gerçek
Fakat tüm bu çağrıları yanıtsız bırakılan Öcalan’a göre, Türkiye devleti ve hükümeti bu konuda hâlâ bir karar verememekte. Çünkü bağlı bulunduğu kapitalist modernitenin hegemon güçlerine göbekten bağımlı. Öcalan, bu gerçeğe “Bu süreçte şunu çok iyi algıladım ki, Türklük ne kendi adına savaşabilir ne de barışabilir. Kapitalist hegemonyanın ona biçtiği rol, Türk halkı da dâhil, tüm Ortadoğu halklarının kapitalist sistemin baskı ve sömürüsüne açık hale getirilmesinde kaba bir jandarma rolü oynamak, bekçilik ve gardiyanlık yapmaktır. Hem Avrupa’nın içinde hem dışında sağlam kazığa bağlanmış Türkiye ve Anadolu kültürleri onlar için çok önemlidir” sözleriyle işaret ediyor.