PKK Lideri Öcalan’ın 21 yıldır tecrit altında tutulduğu İmralı Cezaevi, bir laboratuvar olarak kullanılıyor
Ortadoğu’ya yönelik müdahale planlarının ilk adımı olarak küresel güçler tarafından 1998 yılında uluslararası bir komployla Suriye’den çıkarılan PKK Lideri Abdullah Öcalan, 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilip, bir ada hapishanesi olan İmralı Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’ne konuldu. Öcalan daha Suriye’deyken ABD’nin başını çektiği kapitalist dünya sisteminin “Büyük Ortadoğu Projesi”ne karşı halklar lehine olan “Demokratik Ortadoğu Projesi”ni bir alternatif olarak geliştirdi. Öcalan’ın bu projesiyle Ortadoğu’ya dair planlara çomak sokması, onu kendi deyimiyle küresel güçler nezdinde “oyunbozan” biri haline getirdi. Bu rolü dolayısıyla projeleri önünde engel oluşturan Öcalan’ı tasfiyeye yönelen kapitalist güçler, 21 yıldır tecrit altında tutulduğu İmralı Sistemi’ni devreye koydu.
Öcalan için dizayn edildi
Komplo süreciyle Türkiye’ye teslim edilmeden önce 4 Şubat 1999’da Türkiye’ye gelen CIA yetkilileri ve MİT arasında “gizli” bir protokol imzalandı. Bu protokol doğrultusunda aynı gün İmralı Adası boşaltılarak tek tutuklusu Öcalan olacak şekilde yeniden inşa edildi. 15 Şubat’ta Nairobi Havaalanı’nda MİT üyelerine teslim edilen Öcalan, uçakla Türkiye’ye getirilip 16 Şubat sabahı bu cezaevine konuldu.
ABD’nin rolü
Gizli bir protokolle yönetim biçimi ve kapsamı belirlenen İmralı Cezaevi, daha ilk başlangıçtan itibaren Türkiye yasaları ve uluslararası hukukun işlemez kılınıp, hukuksuzluğun mutlak bir kaide halini aldığı bir alana dönüştü. Geçen 21 yılda Öcalan’ın fiziki koşulları ve uygulanan politikaların belirlenmesinde ABD birinci derecede rol sahibi oldu. AB’nin rolü ise ABD’nin politikasına uygun olarak iltica hakkı tanımayarak Öcalan’ın Kenya’ya kaçırılmasına yol açma, oradan konulduğu İmralı Cezaevi’nin kuruluşunda yer alma, daha sonra AİHM kararıyla “korsanca kaçırmayı” onaylama, İmralı Cezaevi’ni ve uygulamalarını denetlemek şeklinde kendisini gösterdi. Öcalan, Türkiye’ye biçilen rolün ise “bekçilik ve gardiyanlık yapmak”tan öteye geçmediğini geçmişte sıkça dile getirdi.
İlk Guantanamo tarzı
İmralı Cezaevi’nin kuruluşu, temelde ABD’nin Guantanamo anlayışına dayanıyor. Guantanamo, ABD’nin siyasi muhaliflerine karşı “korsanca kaçırma” temelinde kurduğu, hukuk ve yasaların nüfuz etmediği, her türden yöntemlerle siyasi muhalifinin iradesini kırma ve kendi çizgisine çekme esasına dayalı bir işkence sisteminin adı. ABD, bu sistemi önce Öcalan’ın “korsanca kaçırılması” ve İmralı Cezaevi’ne konulmasıyla başlatmış, uluslararası camianın bu hukuksuzluğa seyirci kalması nedeniyle aynı yöntemi ardı sıra Guantanamo adası üzerinden diğer siyasi muhaliflerine karşı devreye koydu. O nedenle İmralı Cezaevi, aynı zamanda ilk Guantanamo tarzı cezaevi. ABD’nin kurduğu bu tarz cezaevlerinin ise iki temel özelliği var. Birincisi “korsanca kaçırmaya” dayanıyor ki kamuoyunda “yüzen” ve “uçan” cezaevleri olarak biliniyor. İkincisi de bu cezaevlerine ne ulusal yasalar ne de uluslararası hukuk nüfuz ediyor.
Örneği yok
İmralı Cezaevi, çokça Guantanamo ile özdeşleştirilse de aslında çok daha sistemli ve ağır koşullara sahip. Örneğin Guantanamo’da bile aile, avukat ve ziyaretçi kabulü, telefon, mektup, faks, telgraf gibi haberleşme gibi iletişim olanaklarının yasaklanması yoluna gidilmiyor. Dünyada bu koşullarda tutulan başka kimse yok. Bu tamamen İmralı Cezaevi’ne, Öcalan’a özgü hukuk ve yasa dışı bir uygulama.
‘3 ayaklı’ sistem
İmralı Cezaevi’nin “üç ayaklı” bir sistemle yönetildiği saptamasında bulunan Öcalan’a göre, bir ayağı ABD, bir ayağı Avrupa, bir ayağı da Türkiye olan bu sistemin kendine özgü yanları ve derinliği var. Öcalan, İmralı’ya ilişkin daha önce şu tespitte bulundu: “İmralı Cezaevi, Türkiye’deki cezaevleri sisteminden çok farklıdır. Diğer cezaevlerinin statüsü burada uygulanmıyor. Buranın statüsü ve yapısı gizli bir anlaşmayla olmuştur. ABD buna benzer gizli anlaşmalarla birçok yerde böyle birçok cezaevi kurmuştur. İmralı Cezaevi de ABD tarafından gizli anlaşmayla kurulan özel cezaevlerinden biridir. Bunu yaparken AB’nin de fikri ve onayı alınmış ve buranın yapısı ve koşullarının da ne olması gerektiğini belirlemişler. Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’ne (CPT) sıradan yaklaşmamak gerekir, arada bir gelip giden bir heyet olarak görmemek gerekir, burada olup bitenlerden haberleri vardır. Avrupa Komitesi’ne bağlı bir oluşumdur, dolayısıyla bir bütün olarak Avrupa Konseyi’nin de bilgisi var. Burayı Başbakanlığa bağlı kriz merkezi yönetiyor diyorlar ama değil, burası direkt ABD’ye bağlı. Başından beri cezaevi yönetmeliğinin bile uygulanmamasına anlam verememiştim. Ama ortaya çıktı ki İmralı Cezaevi ilk Guantanamo tarzı cezaevidir. Burada bana yapılan uygulamalardan dersler çıkarılıyor. Bir insanın bastırılmaya ne kadar dayanabileceğini ölçüyorlar.”
Hukuksuzluğa ‘hukuk’ kılıfı
AB’nin pozisyonu ise tıpkı Öcalan’ın tanımladığı gibi ABD’nin belirlediği ve Türkiye’nin uyguladığı İmralı politikalarına “hukuk” kılıfı giydirme ve noter gibi onaylamaktan öteye gitmedi. Örneğin; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 12 Mayıs 2005 tarihli kararıyla Öcalan’ın hukuk dışı kaçırılmasını göz ardı ederek, uluslararası “korsanca kaçırılmasını” onayladı. Bu kararına tepkiyi dengelemek için ise verdiği “adil yargılanmanın olmadığı dolayısıyla yeniden yargılamanın yapılması gerektiği” yönündeki kararı da Türkiye tarafından uygulanmadı. Üstelik Türkiye’nin duruşma yapmadan, Öcalan’ın savunmasını almadan dosya üzerinden “yeniden yargılansa dahi sonucun değişmeyeceği” gerekçesine dayandırdığı kararını da Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi aynı gerekçeyi tekrarlayarak onayladı. Öcalan bu duruma ilişkin şu değerlendirmelerde bulundu: “Süreç içinde de ortaya çıktı ki şahsım ve Kürt sorununun geneli konusunda ABD-AB-Türkiye Cumhuriyeti’nin yoğun bir iletişim ve uzlaşma arayışında olmalarıdır. Türk devleti, geniş ekonomik tavizlerle Türkiye’deki özgürlük ve demokrasi çizgisini tasfiye etme karşılığında Irak’taki milliyetçi Kürt ulus-devlet oluşumunu şartlı bir destekleme tutumunda ısrarlıdır. Bu konularda çok yoğun görüşmelerin yapıldığı her gün daha çok açığa çıkmıştır. Zaten ABD ile bu taviz ve uzlaşmalar açıktan yürütülmüştür. Demek ki bu uzlaşmalardan en önemlisi, kaçırılarak İmralı Cezaevi’ne konulmam, adil yargılanma hakkı tanınmadan yargısız infaz altında tutulmam ve Türkiye’deki Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesi olmaktadır.”
AİHM’in iki yüzü
Öcalan’ın cezaevi koşullarına ilişkin AİHM’in 18 Mart 2014 tarihli kararı, cezaevi koşullarının kısmen ihlal olarak kabulü, kısmen de onaylanması biçiminde oldu. AİHM, bu kararıyla Öcalan’ın cezaevi ve 17 Kasım 2009 tarihine kadarki tecrit koşullarını Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesinde geçen işkence ve kötü muamele kuralını ihlal ettiğine hükmetti. 2011 yılının ikinci yarısına kadar olan tecrit uygulamalarını ise işkence ve kötü muamele düzeyinde görmedi. En önemlisi de Öcalan’ın cezaevi koşullarını daha da ağırlaştıran 1 Haziran 2005 yasalarıyla getirilen düzenlemeleri ve Türkiye’nin bu düzenlemeleri dayandırdığı “tehlikeli kişi”, “terörist” ve “yüksek güvenlik” anlayışını onayladı. Sadece “ölünceye kadar ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezası düzenlemesinin şartlı tahliye ve umut hakkı tanımayan kısmını sözleşmenin 3. maddesini ihlal eden bir ceza infaz politikası olarak kabul eden AİHM, hükümete ceza haddini en fazla 25 yıl olacak şekilde yeniden düzenlemesini tavsiye etti. Fakat Türkiye, bu tavsiyeyi yerine getirmediği gibi yasal mevzuatı bu yönlü değiştirme yoluna da gitmedi.
CPT’nin yaklaşımı
AB’nin İmralı sistemi içindeki rolü, Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) raporları ve AİHM kararları üzerinden kısmi iyileştirmeleri öneren tavsiyelerde bulunmaktan ibaret oldu. Nitekim Türkiye bu tavsiyeleri de yerine getirmedi. Tersine AİHM kararları ve CPT tavsiyelerine rağmen Türkiye, Öcalan’ın cezaevi koşullarını daha da ağırlaştırma yolunu izledi. CPT’nin de taleplere rağmen prosedürü başlatma yetkisini kullanmaması, Türkiye’yi daha da cesaretlendirmiş ve 2018 yılında açlık grevlerinin etkisiyle gelişen tepkileri yumuşatmak için gerçekleşen istisnai birkaç aile ve avukat görüşmeleri hariç, 27 Temmuz 2011 tarihinden bu yana avukatla görüştürmeme, 6 Ekim 2014 tarihinden bu yana aile ve vasi ile görüştürmeme, Nisan 2015 tarihinden bu yana da heyetle görüştürmeme uygulaması biçiminde giderek ağırlaştırılan tecrit uygulamaları, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra Bursa 1. İnfaz Hâkimliği’nin 20 Temmuz’da aldığı aile, avukat, vasi ve her türden ziyaretçi kabulünün yasaklanması, mektup, telefon, faks ve her türden yazışmalarının kesilmesi kararıyla birlikte tam ve “mutlak tecrit” haline getirildi. 2018 yılında Olağanüstü Hal (OHAL) kaldırılsa da uygulamalar bu sefer mahkeme kararlarıyla (Disiplin cezaları gerekçesiyle aile ile görüştürmeme, avukat yasağı gibi) sürdürüldü. 2019 yılı 17 Nisanı’nda avukat yasağı kaldırılsa da istisnai beş görüşme hariç fiilen sürdürülmüş ve 2020 yılına girerken yeniden mahkeme kararları ile zaten fiilen sürdürülen aile ziyareti, telefon, mektup, iletişim yasakları ile avukat yasağı resmi hale getirildi.
İmralı’ya has uygulamalar
Öcalan söz konusu olduğunda Türkiye’nin kendi iç yasaları da uygulanmıyor. Örneğin; Türkiye’deki tüm tutuklulara tanınan ailesiyle telefonla görüşme hakkı, Öcalan’a sadece bir kez, o da pandemi nedeniyle tanındı. Türkiye’de hiçbir tutuklu; havadan, denizden ve karadan askeri yasak bölge ilan edilen, nem ve rutubetin yoğunluğu nedeniyle insan sağlığını bozucu etkileri olan bir ada cezaevinde tutulmuyor. Yine Türkiye’de hiçbir tutukluya uygulanmayıp sadece Öcalan’a uygulanan, özel güvenlik kuvvetleri tarafından 24 saat sürekli hem kameradan hem de çıplak gözle gözetlenmesinin psikolojik olarak ağır bir uygulama olduğu açık.
‘İnsan 6 gün dayanamaz’
İçerisinde tutulduğu koşulları zaman zaman analiz eden Öcalan, İmralı Sistemi’ne dair “Bu koşullara 6 gün bile dayanamaz. Atılmışız buraya. Dünyanın en ağır tutsağıyım, bunların içinde Batı da var. Beni kapitalist dünya sistemi tutsak etmiştir, devlet de beni bir koz, bir rehine olarak elinde tutuyor. Burada siyasi bir rehineyim. Konumum böyle bilinmelidir. Bunu şöyle bir benzetmeyle de açıklayabilirim: Solunum cihazına bağlı birisi gibiyim, istedikleri zaman fişi çekebilirler. Tecrit durumunun ağırlaştırılması zaten idam anlamına gelmektedir. Dünyada bu koşullarda başka kimse yok, bir tek ölmediğim kaldı” demişti.
‘İdamdan beter’
Nitekim İmralı Cezaevi’ne konulur konulmaz Öcalan’ın idam edilip edilmemesi tartışmaları temel gündem maddesi oldu. Ancak idam yerine, tek kişilik ada cezaevinde Öcalan’ın deyimiyle bir “tabut” içinde tutarak, tecrit ve olumsuz cezaevi ve sağlık koşulları altında zamana yayılı şekilde azar azar öldürme kararı verildi. Öcalan’a göre, ikisi de “İdamdır, sadece yöntem farklıdır.” Bu politika, 1 Haziran 2005 yasalarıyla daha ağırlaştırılarak, “tabutunda” “Ölünceye Kadar Ağırlaştırılmış Müebbet İnfaz Rejimi” adı altında “yasa” kılıfına büründürülerek devam ettirildi.
Aile ve avukat kısıtlaması
Bu parça parça öldürme politikası zamana yayılı şekilde cezaevi koşullarını her yıl biraz daha ağırlaştırma, buna paralel olarak sağlığını her geçen yıl biraz daha bozma biçiminde uygulandı. 1 Haziran 2005 yasalarıyla birlikte aile görüşmelerini yarım saate düşürme, sınırlı da olsa gerçekleşen avukat görüşmelerini kayda alma, avukatlıktan men etme uygulamasına geçildi. Yine bu tarihten itibaren düşüncelerinden dolayı hücre cezaları uygulama, kötü muamele, fiziki müdahale ve ölüm tehdidine varan parça parça öldürme politikasını daha da derinleştirme yoluna gidildi. En önemlisi de sağlık sorunlarının tedavi edilmemesi ve yıllara yayılı ağırlaşan cezaevi koşullarıyla paralel olarak sağlık sorunlarında ağırlaşmanın ortaya çıkmasıydı. Bu duruma 2009 yılı sonlarında içinde tutulduğu “tabuttan” dar ve havasız bir başka “tabuta” nakliyle zamana yayılı öldürme sürecine biraz daha hız kazandırıldı. Öcalan’ın “17 Kasım darbesi” ve “ölüm çukuru” dediği cezaevi mimarisinde yapılan bu değişikliklerle koşulları ve hareket alanı daha da daraltılacak, yerleştirildiği odası daha da havasız hale getirilecekti. Bu durum Öcalan’ın havasızlıktan kaynaklanan sağlık sorunlarını daha da ağırlaştırdı. Yine kamuoyuna bir “iyileştirme” olarak yansıtılan, bulunduğu cezaevine 5 mahpusun nakli de bir “iyileştirme” değil, bu mahpusların da Öcalan ile aynı rejime tabi tutulması ve grup izolasyonuna dahil edilmesi oldu.
‘İmralı’ya gömme’
Öcalan’a yönelik zamana yayılı “öldürme” politikası, 2011’in ortalarından itibaren tecridin adım adım ağırlaştırılması yoluyla daha da hızlandırıldı. İlk adım, 27 Temmuz 2011 tarihi itibarıyla avukat görüşmelerinin tamamen kesilmesi ve 22 Kasım 2011’de Oslo sürecinde görüşmelere giden tüm avukatlarının tutuklanması oldu. İkinci adım, 6 Ekim 2014’ten itibaren aile ve vasi görüşmelerinin kesilmesi oldu. Üçüncü adım olarak Nisan 2015 itibarıyla heyet görüşmelerinin kesilmesiyle birlikte Öcalan’ın “mutlak tecrit” dediği süreç başlamış oldu. Bu süreci yetkililer “Öcalan’ı İmralı’ya gömme” olarak tanımladı. Dördüncü adım ise 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası Bursa 1. İnfaz Hâkimliği 20 Temmuz 2016 tarihli kararıyla avukat, vasi, heyet görüşmelerinin kesilmesine bir de haberleşme ve yazışmalarının da kesilmesi eklenmesi oldu.
Yasak ve cezalar
Böylece Öcalan’ın dış dünyayla iletişim-haberleşme dâhil tüm bağının koparılmasıyla “mutlak tecrit” denilen, “İmralı’ya gömme” işlemi tamamlanmış oldu. Çünkü mahkeme ziyaretçi kabulünün yasaklanması, telefon, mektup, faks gibi haberleşme ve yazışma yasağı biçiminde uygulamanın “OHAL süresi boyunca” devam edilmesine de karar verdiğinden tam ve “mutlak tecrit” halinin ne zaman biteceği belli olmayan OHAL boyunca uygulanmasını kalıcı ve sürekli hale getirdi. OHAL, 2018’de kaldırıldığında yine mahkeme kararlarıyla ama bu sefer örneğin spor etkinliğinde sohbet etme gibi bahane gerekçelerle aile ziyaret yasağı, yine 2006-2009 arası infazı bitmiş eski tarihli hücre cezaları gerekçe gösterilerek avukat ve telefon yasakları getirildi.
Grev tecridi kırdı…
2019’daki açlık grevleri sonucu Öcalan’ın avukatları 8 yılın ardından İmralı’ya giderek Öcalan ile görüştü. Öcalan’ın çağrısıyla 200. gününde bitirilen açlık grevlerinin ardından avukatlar İmralı’ya 5 kez gidebildi. Öcalan, her görüşmesinde Kürt sorununu demokratik yollarla çözmeye hazır olduğunu ifade etti. Açlık grevi sonucunda istisnai 5 görüşme dışında yasak fiilen uygulanmaya devam edilip, 2020 yılında tekrar mahkeme kararlarıyla bu fiili duruma resmiyet kazandırıldı.
Sadiye Eser-Erdoğan Alayumat/MA