ABD’de faşizmin ilerleyişine genel seçimlerle set çekilebilecek mi? Bu, soru dünyanın en zengin, güçlü ve teknolojik olarak en ileri ülkesinin, iki adaydan en çok oy alanının değil en az alanının seçimi kazanmasına imkan veren en arkaik ve antidemokratik seçim rejimiyle yönetilmesinden doğuyor. Joe Biden daha çok oy alsa da Trump’ın hala “zafer” kazandığını iddia edebilmesi demokrasinin bir cilvesi değil, antika bir seçim usulünün para, şiddet ve hileyle aşılanmasının anakronik bir meyvesi.
Bu satırlar yazılırken öyle görülüyor ki, önümüzde ABD ve dünya için kritik iki üç gün var. Ya ABD’nin yükselen demokratik güçleri Trump’ın şiddetine rağmen “her oy sayılıncaya kadar” sayımların sürdürülmesini sağlayacak ve Trump’ı Beyaz Saray’dan cezaevine yollayacak; ya da Trump bir “iç savaş”a yol açacak, kendisiyle birlikte ABD’yi de “cehennem”e götürecek.
“Hangisi seçilse farketmezdi”, “Amerika Amerikadır” türünden sinizmlerle avunmaya razı değilseniz, Trump’ın “zaferi”nin insanlığın ufkuna bir dört yıl için daha karanlık ve belirsizliklerin çökmesi demek olacağını görmek zor değil. Noam Chomsky’nin ifadesiyle Trump’ın, “Beyaz Sarayın öncülüğünde dünyanın en gerici devletlerinin oluşturduğu bir Gerici Enternasyonal”i şekillendirmeye başlayacağı yeni dünya durumu insanlık için ister istemez fark eder. Biden’ın iktidarı, bu manada, ABD ile birlikte dünyanın uçurumun eşiğinden dönmesiyle eş anlamlı hale geldiği için 3 Kasım seçimleri dünya çapında bir önem kazandı.
Trump’ın iktidarda kalacak olması, ABD’nin bütün sınai ve teknik kapasitesiyle önümüzdeki dört yıl boyunca küresel iklim krizinin ocağını harlamaya devam etmesi; rakiplerini de -Çin, Rusya, Avrupa Birliği- peşine takarak insanlığı doğayla girdiği çatışmada doludizgin “terminal evre”ye sürüklemesi demek. Üstelik Trump Amerikasının kızıştırdığı emperyalist devletler arasındaki vahşi rekabet, savaş hazırlıklarının, nükleer silahlanma ve nükleer çatışma ihtimalinin “Soğuk Savaş”tan bu yana hiç olmadığı kadar yükselmesine de yol açıyor.
Trump’ın hak etmediği bir “zafer” ile yeniden iktidara gelmesi ABD’yi ekolojik krize karşı koymak açısından eldeki yetersiz ama tek küresel enstrüman olan “Paris Antlaşması”ndan ve onun ardı sıra Dünya Sağlık Örgütü’nden (WHO) çekerek tetiklediği uluslararası hukukun ve düzenin çöküşünü önümüzdeki dört yıl boyunca daha da vahimleşerek sürdürmesi demek. İkinci Trump dönemi, örneğin Türkiye’nin Akdeniz’de uluslar arası deniz hukukunu, Kıbrıs, Suriye ve Irak’da BM’nin sınırların değişmezliği ve toprak bütünlüğü ilkesini ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını tanımazdan gelme eğilimini güçlendireceği gibi, Avrupa’da Macaristan ve Polonya, Güney Amerika, Orta Doğu ve Asya’da Brezilya, Mısır, Hindistan, Filipinler ve Malezya’da görüldüğü şekilde özgürlük karşıtı -illiberal- rejimlere de öykünecekleri bir dünya modeli sunuyor. Bu modelin ayırt edici özelliği, II. Dünya Savaşı sonrası dünya düzeninin faşizme karşı zafer ikliminde şekillenen insan hakları, hukuk devleti ve demokrasi merkezli modelinin inkârı olması.
İkinci Trump dönemi, Türkiye’de çöküş halindeki rejimin de uluslararası yalıtılmışlığını aşmak için muhtaç olduğu en önemli “dış güç” kaynağı olurdu. O takdirde Ankara’nın Washington’ın talep ve dayatmaları karşısında “antiemperyalizm” yaygaralarından “stratejik ortaklık” ketumiyetine kayması ve “antiamerikan” retoriğin yerini “sayın Trump” yaltaklanmalarına bırakması çok daha muhtemel hale gelirdi. Mevlüt Çavuşoğlu’nun, yönetimin ABD yargısı üzerinde artacak egemenliğinden bilistifade Halk Bank kovuşturmasını bitirmek üzere Washington seyahatlerinin artacağına kesin gözüyle bakılabilirdi. Bu çerçevede Türkiye’nin ABD’nin İran’a yönelik kimi yaptırımlarına “evet” diyerek Rusya-İran ekseninden bir nebze uzaklaşmasına da tanık olabilirdik.
Ancak Ankara’nın ABD’den asıl beklentisi Kürtler’in statü talepleri karşısında “stratejik ortak”ın yanında yer alması. Seçim sonuçları Trump lehine kesinleşir kesinleşmez Erdoğan’ın, “şahsı olarak” Kuzey Suriye Demokratik ve Özerk yönetiminin saf dışı edilerek Suriye’nin kuzeyinin tamamen selefi “vekil ordu”ların kontrolüne bırakıldığı haritalarla Washington’un kapısına dayanacağına kuşku yoktu.
Ne var ki, tarih hiç bir zaman tek yönlü ve doğrusal bir süreç izlemiyor. Trump sayımı durdurtup ikinci kez yönetimi ele alsa da ABD bir dikensiz gül bahçesi olmayacak artık. Biden hakkıyla taşıyamasa da toplumsal muhalefet bu seçimlerde genç kuşağın ellerinde demokrasi ve sosyalizm ekseninde yeniden kuruldu. ABD’nin “arka bahçesi”nde -Şili, Bolivya, Arjantin, Meksika, Venezuela- demokrasi ve sosyalizm heyulası kol geziyor. Küresel iklim krizi karşısında bütün kürede inatçı bir gençlik direnişi yükselmeye devam ediyor. Kadınların özgürlük ve erkek egemenliğinden kurtuluş kavgası bütün gezegeni dolaşıyor; uğradığı her yeri değiştirerek yer yüzünü kat ediyor.
ABD’nin çoğunluğu ve “büyük insanlık” Trump’ın ve yeryüzündeki gölgelerinin suretinde bir dünyaya rıza göstermeyecek. Trump hileyle iktidarı alsa da, artık hegemonya onda olmayacak.