Türkiye-Fransa (daha doğrusu Erdoğan-Macron) arasında tırmanan gerginliğin son birkaç yıl boyunca Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz’de yaşananlarla bağlantısı görmezden gelinemez. Ama Paris ve Nice’de son bir hafta içinde gerçekleşen psikopatça cinayetler sonucu giderek bir İslamcılık-Hıristiyanlık çatışması görünümü kazanan bu gerginliği, köklerinden hareketle bir ‘medeniyetler çatışması’ tezahürü olarak okumak ya da asıl sorunun Fransız devletinin laisizm yorumuna Müslüman kimliğinin tepkisi olduğunu iddia etmek de mümkün. İronik olan, bu çatışmanın ‘laisizm’ ilkesini anayasalarına yazmış olan iki devlet arasında gerçekleşiyor oluşu.
O halde bu iki devlet arasındaki çatışmayı, bu iki laisizmin tarihsel öyküsü bağlamında karşılaştırmalı bir okumaya tabi tutmak anlamlı olabilir. Türkiye devleti, Anayasa’daki ‘devletin dini İslamdır’ ibaresini kaldırdığı 1928 yılından beri resmen laik. Bu laikliğin neye karşı kurulduğu ve nasıl bir toplum inşası sonucunu doğurduğu ikinci bölümde ele alınacak. Bu aşamada gözlenmesi gereken, çatışmanın bir yanıyla bir İslamcı rejim hatta küresel İslamcılığın lideri olma iddiası taşıyan bir iktidarın karşısına aldığı laisizm ile kavgasının uluslararası tezahürü olmasıdır. Erdoğan rejiminin gözünde ise Fransız devleti ve Hıristiyan kimliği, ülke içinde Müslüman kimliğine karşı yürüttüğü ırkçı Haçlı Seferi’ni laisizm kisvesi altında meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Saray güdümündeki İslamcı medyanın çeşitli mensupları tarafından açıkça dile getirilen bu tezi değerlendirmek için Fransız laisizminin öyküsüne bakmak gerekiyor.
Fransa’da laisizmin kökleri 18. Yüzyıl Aydınlanma hareketine ve Fransız İhtilali’ne dayanıyor. İhtilal, ‘eski rejim’le birlikte, ideolojik üstyapı olarak Hıristiyanlığın (özellikle de Katolik inancının) toplumsal hayatın bütün alanları (kültürel, ekonomik ve özellikle de siyasal) ve kurumları üzerindeki egemenliğini de ortadan kaldırmak anlamına geliyordu. Dini ve onun uygulayıcısı ruhban sınıfını siyasal yapıdan dışlayan laisizm yasası 1905 yılında resmen yürürlüğe girdi.
Fransız laisizmi zaman içinde sömürgecilik tarihiyle iç içe geçerek başka bir boyut ya da algı kazandı. Kuzey Afrika’dan başlayarak Orta Doğu coğrafyasında özellikle Levant’a yayılan Fransız emperyalizmi, bu toplumlara kendi cumhuriyet modelini dayatırken İslam kimliği üzerinde de aynı laisizm ilkesini empoze ediyordu. Bu nedenle, laisizm ve emperyalizm terimlerinin Müslüman kitlelerin imgeleminde örtüşen kavramlar haline gelişi rastlantı değildir. Fransız sömürgeciliğini fiilen bitiren Cezayir Savaşı’nın öncüsü Ulusal Kurtuluş Cephesi (FNL) seküler yani laik bir hareket olmakla birlikte bir Müslüman başkaldırısı içeriği de taşımaktaydı.
Cezayir’in bağımsızlığını kazandığı 1962 tarihinden itibaren Fransız laisizmi üçüncü evresine girmiş oldu. Fransa’da artış gösteren göçmen Müslüman nüfus ile müesses nizam arasındaki ilişkilerde bu ilkenin çözüm sağlamaktan çok sorunun kendisi olduğu yolunda düşünceler giderek yaygınlaştı. 2000’li yıllara gelindiğinde, ABD’nin Afganistan ve Irak operasyonları ve son on yıl boyunca Orta Doğu’yu sarsan ‘Arap Baharı’ çerçevesinde Avrupa istikametinde kitleselleşen Müslüman göçmen akını, bütün kıta sathında ırkçı tepkilerin popülerleşmesine yol açtı. Irkçı rüzgarın şiddeti sonucu, Fransa’nın baba ve ardından kızı Le Pen’lerin önderliğinde büyüyen ırkçı Milli Cephe hareketini durdurmak, Fransız solu kadar merkez sağının da başlıca hedefi haline gelmiş bulunuyor.
2020 Ekim ayının başında, Fransız cumhurbaşkanı Emanuel Macron ‘İslamcı ayrılıkçılık’ karşıtı laisizm ilkesi çerçevesinde yeni bir önlem paketini uygulamaya koyduğunu ilan etti. Birçok gözlemci, bu önlemlerin sorun çözmekten çok aşırı sağın önünü kesmeyi amaçlayan – tabir caizse ‘ılımlı ırkçı’ – bir hamle olarak okudu. Önlemler arasında Türkiye’nin 28 Şubat müdahalesini çağrıştıran ‘kamusal alanda başörtüsü yasağı’, eğitim kurumları ve ibadethaneler üzerindeki denetimi sıkılaştırma gibi maddeler bulunuyor.
Bu önlem paketi üzerine yaşanan trajik gelişmeler, Erdoğan’ın tepkileriyle birlikte önümüzdeki hafta ele alınacak.