Bir vatandaş Erdoğan’a “İşsiziz. Evimize ekmek götüremiyoruz” diyor. Vatandaşın bu yakınmasına “Bu bana çok abartılı geldi” yanıtını veren Erdoğan, “Keyif çayı bu. Bu çayı iç” diyerek makam otobüsünün etrafına toplanmış olanlara çay dağıtmaya devam ediyor.
Bu olayın birkaç gün sonrasında, kendisine yöneltilen Bahçeli’nin “askıda ekmek” kampanyasına yönelik bir soruya ise Erdoğan, “Bırakın Allah’ınızı severseniz. Türkiye’de bugün evine ekmek götüremeyen diye bir şey var mı? Buna inanıyor musunuz? Bazı şeyleri siz kendiniz bir çözün. Elhamdülillah, bugün asgari ücretiyle, maaşıyla, her şeyiyle pek çok ülkeyi geride bırakmış bir Türkiye var. OECD ve IMF ölçeklerine göre en iyi konumda olan ülkeyiz. Bunlar hesap kitap bilmiyorlar” yanıtını veriyor.
Eğer Erdoğan’ın dediği gibi sadece “İşsiziz. Evimize ekmek götüremiyoruz” diyen vatandaş, halinden şikayetçi olsa Erdoğan’ın haklı olabileceğini düşünebilirdik. Ama yandaş medya ne kadar görmezden gelirse gelsin yaşanan işsizliği, yoksulluğu görmek için gazetelere, televizyonlara ihtiyaç kalmadı artık. İşçi, çiftçi, esnaf, zanaatkar; genç, yaşlı; kadın, erkek; ülkenin doğusundan batısına tüm yaşayanlar kendileri değilse bile bir yakının, komşunun, arkadaşının işsizlik, iflas, yoksulluk girdabına kapıldığını duyuyor ya da görüyor. Halkın bunlar karşısında tamamen tepkisiz kaldığını söylemek mümkün değil. Ama işsizliğe, yoksulluğa, haksızlıklara karşı duran, işini, aşını, toprağını, yaşamını savunan ses çıkartanlar, kendi vergileriyle oluşturulan devletin kolluk güçlerince şiddet görerek engelleniyor; yargı kurumlarında cezalandırılıyor.
Bunun son örneği Ordu’nun Ünye ilçesine bağlı Üçpınar, Yeşilkent ve Çiğdem köylerinde yaşandı. Köylüler maden aramak için yapılan sondaj çalışmalarına geçim kaynakları olan fındığa ve yaşam kaynakları olan suya, toprağa zarar vereceği için karşı çıktı, oturma eylemi yaptı. Devletin yanıtı gecikmedi: Jandarmalar köylülere müdahale etti, yerlerde sürükledi ve çok sayıda köylü toprağını, yaşamını savunduğu için suçlu görülerek gözaltına alındı.
Bursa’nın Yenişehir ilçesine bağlı Kirazlıyayla köylüleri de Ünye’deki köylülerle benzer nedenle uzun süredir eylem ve basın açıklamaları yaparak topraklarını zehirleyen faaliyeti durdurmaya çalıştı. Onlar da kolluk kuvvetlerinin sert müdahalesiyle karşılaştı. Kirazlıyayla köylüleri uzunca bir mücadelenin ardından topraklarında yapılmakta olan madencilik faaliyetini yargıya taşıdı. Ama ne yazık ki yargı da onlara sırtını döndü ve köylülerin mahkemedeki “Biz devletin hakim ve savcılarından hak ve hukuk istiyoruz. Ağaçlarımızı kestiler, gönlümüzü kuruttular, nefesimizi kestiler” çığlıkları ve bilirkişi raporlarına rağmen “Yürütmeyi durdurma ve projenin iptali” için açılan davadan sonuç alınamadı.
Emekçilerin çiğnenen hakları için verdikleri mücadelelerin de devletten gördüğü muamele köylülerden farklı olmuyor. Bu konudaki son örnek, Ermenek’te maden işçilerinin ödenmeyen maaşları ve patronları tarafından gaspedilen tazminat hakları için verdikleri mücadele. Kimi 8 aydır, kimi 13 aydır yerin metrelerce altında ölümle burun buruna çalışarak verdiği emeğin karşılığını alamamış. Bir de kapanan madenlerden yıllardır tazminatlarını alamayan işçiler var içlerinde. Hakları için 2 aydır direnen maden işçileri, “Belki seslerini duyan olur…” diye Ankara’ya yürümeye karar vermişler. Seslerini duyurmuşlar da(!) Ama yanıt, bekledikleri gibi haklarının verilmesi değil, Ankara’ya yürüyüşlerinin jandarma tarafından kesilmesi olmuş.
Her fırsatta “pandemiye karşı mücadelenin kahramanları” olduğu söylenen sağlık çalışanlarının durumu da köylülerden, madencilerden farklı değil. Sağlıkçılar, pandemi başladığından beri, alınan tedbirlerin yetersiz, can güvenliklerinin tehdit altında olduğunu haykırıyor. Hükümet, bu sese kulak vermek bir yana pandemide uyulması gereken en temel halk sağlığı önlemlerini dahi uygulamayarak sağlıkçılar üzerindeki yükü arttırıyor. Sonuç olarak 7 ay içinde (bu yazının kaleme alındığı an itibarıyla) 126 sağlık emekçisi Covid-19 nedeniyle yaşamını yitiriyor. Bu yetmezmiş gibi Sağlık Bakanlığı yayınladığı bir genelgeyle sağlık çalışanlarının emeklilik, istifa ve izin haklarını ortadan kaldırıyor. Böylece sağlıkçılar, Bakanlık tarafından “ölümüne çalışmaya” zorlanıyor. Buna karşı çıkan TTB ise neredeyse terör örgütü ilan ediliyor.
Erdoğan’ın, işsizlikten ve evine ekmek götürememekten yakınanlara verdiği “Abartıyorsunuz” yanıtı ile ülkede yaşananları bir araya getirdiğimizde görüyoruz ki iki Türkiye var karşımızda. Biri Erdoğan’ın Türkiye’si, diğeri ise halkın yaşadığı Türkiye. Tek adam rejiminde ülkeyi yöneten Erdoğan ve efradı -2021 Bütçe Kanun Teklifi’ni ve bu hafta TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edilen, emekçilerin “kölelik teklifi”ni hazırlayanlar da bunun içindedir- Erdoğan’ın Türkiye’sini yaşıyor. Halkın yaşadığı Türkiye ile Erdoğan’ın Türkiye’si birbirinden öylesine kopmuş ki, görmemek için kör olmak gerek!
Erdoğan’ın halkın gerçeklerinden kopuk olması, birçoklarının düşündüğü gibi eksik bilgilenmeden kaynaklanmıyor; bu bilinçli, sınıfsal bir ‘tercih’. Demokrasinin en temel ilkelerinden olan parlamentonun işlevsizleştirilmesi, basına yönelik baskılarla halkın bilgi edinme hakkının engellenmesi, düşünce ve ifade özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanması ve her şeye rağmen sesini çıkaran işçiye, köylüye karşı devletin baskı aygıtlarını en şiddetli biçimde kullanması da bundan. Görünen o ki, birlik olup da “Dur!” diyene kadar halk, kendi Türkiye’sinde değil, tek adam ve efradının çıkarlarına göre yönetilen Türkiye’de yaşamak zorunda kalacak.