Monarşi’nin karşıtı olarak devlet başkanı ve devletin diğer organlarının seçimle ve belli süreler için göreve geldiği bir burjuva devlet biçimi olan Cumhuriyet, aynı zamanda egemenliğin bir kişi ya da zümreye değil, toplumun tümüne ait olduğu bir modeldir. Bu bağlamda cumhuriyet ve demokrasi, soyut söylemin ötesinde eşitlik, özgürlük, barış ve adalet mücadelesiyle birleştirildiğinde veya özgürlükçü ve demokratik yeni bir toplum yaratma idealini amaçladığında bir anlam taşımıştır. Ancak 97 yıllık dönemde cumhuriyet ve demokrasi, içleri boşaltılan ve biçimsel anlamda yinelenen kavramlar haline gelmiş, cumhuriyetten geriye, devlet partisinden parti devletine dönüşüm olarak ifade edilebilecek olağanüstü rejim standartları kalmıştır.
1930’lu yıllarda özdeş toplum yaratmayı amaçlayan tek partili Kemalist iktidarın İçişleri Bakanı tüm iç güvenli operasyonlarını yürüten kişi olarak CHP Genel Sekreterlik görevini de sürdürüyordu. İllerde tek yetkili olan Valiler aynı zamanda CHP İl başkanlıkları görevini üstlenmişti. Meclis tarafından seçilmesine rağmen Cumhurbaşkanı, aynı zamanda partinin değişmez genel başkanı olarak milletvekili listelerinin hazırlanmasında, hükümetin kurulmasında ve devlet politikalarının belirlenmesinde tek seçiciydi. Devletin ve partinin bekası için olağanüstü düzeyde yüceltilen milli önder konumuyla anayasa ve yasalar üzerinde ayrıcalıkları vardı. Parti-devlet-lider özdeşleşmesinin tipik bir göstergesi olan bu siyasi ve idari yapılanma, partinin devlete değil, devletin partiye egemen olduğu bir durumu yansıtıyordu.
Aynı dönemde Almanya, İtalya ve İspanya faşist rejimlerinde partiler ve önderleri devlete egemen olurken, Türkiye’de göklere çıkartılarak kutsallaştırılan devlet, millete ve partiye egemen hale getirildi. Hitler’in Nazizm’i model alınarak Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi safsatalarla 1930’lu yıllar boyunca özdeş toplum yaratmaya çalışıldı. Bu dönemde yaratılan Türkçülük, milliyetçilik, ırkçılık ve ülkücülük argümanları, bugünkü Türkçü-İslamcı siyasal geleneğin temelini oluşturdu. Egemen ulus ve devlet şovenizmine dayanan, diğer milliyetleri, etnik, kültürel ve inançsal farklılıkları inkar eden, tek devlet, tek millet, tek dil, tek inanç ve tek adam rejimi oluşturuldu. Ancak 90 yıl sonra tekçilik yeniden üretilerek Türk-İslam sentezine dayalı özdeş toplum yaratılma amacıyla başkanlık rejimi inşa edildi.
Türk tipi başkanlık rejiminde, yürütmenin başı ve partisinin genel başkanı olan Cumhurbaşkanına, yasama ve yargının üzerinde ayrıcalıklı bir konum kazandırıldı. Cumhurbaşkanının yeni kurucu önder ve “ümmetin başı” olarak tanımlandı. Bakanların, sivil ve askeri üst bürokratların, partinin merkez ve yerel yönetimlerinin, Belediye başkanlarının ve milletvekillerinin belirlenmesi onun iradesine bırakıldı. Yeni sistemde başkanın atadığı ve istediği her an görevden alabileceği İçişleri Bakanı, 1930’lu yıllardan daha fazla görev ve yetkiye sahip hale getirildi. AKP Genel Başkanı sıfatıyla Malatya İl Kongresi’nde konuşan Erdoğan, “Devletin kaderiyle kendi kaderini birleştiren bir partiyiz” diyerek, yeni dönemin parti-iktidar-devlet ilişkisini ortaya koydu.
Erdoğan’ın bu vurgusu, yeni dönemin en özlü anlatımıydı. Ancak yandaş medya bu söylem üzerinde hiç durmadı. “Yenikapı ruhu” canlanan ve iktidarın peşine takılmaya hazır vaziyette bekleyen CHP ve İYİP’in ise dikkatini bile çekmedi. Partili cumhurbaşkanı Erdoğan, 1930’lu yıllarda devletin partiye egemen olduğu tek partili dönemden 90 yıl sonra, partinin devlete egemen olduğu yeni bir dönemi dile getirdi. Devlet-başkan-parti bütünleşmesi sağlandı: bakanlar, valiler, ordu komutanları, emniyet müdürleri, ordu ve jandarma komutanları, imamlar, kayyımlar, müsteşarlar, genel müdürler, rektörler, dekanlar, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, AYM, YÖK DİB başkanları vb herkes başkana bağlandı. Bunların hepsi başkana bağlı organlar ve memurlar olarak devletin temsilcileri sıfatıyla idari ve siyasi görevler üstlenmeye başladı.
Devletten daha devletçi olan bu askeri ve sivil bürokratik elitin temel görevi, devletin çıkarlarını kendi çıkarlarıyla bütünleştirmek, makamlarını korumak ve başkana yardımcı olmaktan öteye gitmiyor. Devleti güçlü kılan, derin devlete kapı aralayan, düzen partilerini devletin çıkarlarıyla bütünleştiren bu Kapıkulu geleneği, Osmanlı ve Türk devletinin tarihsel karakterini yansıtıyor.