Osmanlı ordusunun son subayları tarafından kurulan cumhuriyet halkla hep kavgalı oldu. Sosyolog Bülent Küçük, Tarihçi Erdoğan Aydın ve HDK Eş Sözcüsü İdil Uğurlu’ya 97. yılına giren cumhuriyetin demokrasi sancısını sorduk
Hüseyin Kalkan
Osmanlı devleti yıkıldıkta sonra kurulan ilk Türk devletine tariflere uymasa da cumhuriyet denmiştir. 29 Ekim 1923’te ilan edilen cumhuriyet, 97. yıla tarihinin en büyük krizleriyle giriyor. Herkesin üzerinde birleştiği cumhuriyet tarifi şöyle: “Cumhuriyet, hükûmet ya da devlet başkanının, halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu monarşi ve oligarşi kavramlarının karşıtıdır.” Türkiye Cumhuriyeti’nde ise ilk seçim 1935 yılında yapılmıştır. Bu seçimden önce de bir meclis ve milletvekilleri vardır, ama bunlar Mustafa Kemal tarafından seçilmiş olan milletvekilleridir, dolayısıyla meclis de Mustafa Kemal’ın meclisidir.
Boğaziçi Üniversitesi öğretim Üyesi ve Sosyolog Bülent Küçük, tarihsel gelişim içinde cumhuriyeti şöyle tanımlıyor: “Cumhuriyet, bir teritoride yaşayan nüfusun siyasi egemenliğine dayanan bir devlet formu ve zamanla dönüşen tarihsel –boş– bir kavram. 18. yüzyıldan bu yana bu siyasi kavramın toplumsal eşitlik fikri ile eklemlenerek demokratik bir mahiyet kazandığını görüyoruz. Amerikan ve Fransız devrimleriyle aynı teritoride yaşayan –sınıfsal ve kültürel olarak gittikçe farklılaşan– nüfusun eşit siyasi katılımını mümkün kılacak eşitlik (ve özgürlük) idealini içerir.”
Berhava edilen imkanlar
Türkiye Cumhuriyeti’nin bu anlamda cumhurdan ve demokrasiden uzak olduğu meseleye Türk milliyetçiliği açısından bakmayan bütün akademisyenler ve araştırmacılar için açık. Bunun nedeni Türk modernleşmesinin aşağıdan yukarıya değil yukarıdan aşağıya gerçekleşmesidir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin çok kanlı bir sürecin sonucu kurulduğunu da belirtmek gerekir. Osmanlı devleti yıkılırken ve yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken başta Ermeni soykırımı ve Kürt kırımlarını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Yeni cumhuriyet, başta Ermeniler olmak üzere, Rumlar, Süryaniler ve Kürtlerin kırımı üzerine kurulmuştur. Kürtler Kurtuluş Savaşı’na özerklik vaadi ve protokollerle dahil edilse de savaş kazanıldıktan hemen sonra en ağır yönelime maruz kalıyor. Cumhuriyet kurulmadan önce yapılan 1921 Anayasası kurulacak olan devletin cumhuriyet ve demokratik bir devlet olacağını kuvvetli sinyallerin vermektedir. Özerkliğe ve yerel yönetimlere geniş bir alan tanımaktadır. Ancak bu imkan da kısa sürede berhava edilecektir.
Çoğulcu anayasa
21 Anayasası’nın hangi koşulların sonucu olduğunu Tarihçi Erdoğan Aydın, şöyle açıklıyor: “20 Ocak 1921’de ilan edilen, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, yani popüler ismiyle 21 Anayasası, emperyalistlerin Sevr basıncını püskürtmek ve Kürtleri Milli Mücadele’ye kazandırmak kaygısıyla şekillenecekti. Çoğulcu Büyük Millet Meclisi’yle birlikte bu Anayasa ile, Milli Mücadele yürütenlerin, İttihatçılardan tamamen farklı nitelikte ve Misak-ı Milli toprakları üzerindeki herkesin hak eksenli temsilcisi olduğu algısı inşa ediliyordu.”
Bu anayası ile saltanat sona eriyordu. Ancak bu anayasada bulunan demokratik unsurlar uygulamaya geçmedi. Tarihçi Aydın’ın bu anayasa ile ilgili belirlemeleri şöyle: “Bu anayasa ‘egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu’ söylemekle, İstanbul’daki saltanatı iktidar merkezi olmaktan çıkarıyordu. Yani açıkça ifade edilmemekle birlikte bu durum bir cumhuriyet ilanı niteliğindeydi; cumhuriyetin, halkın yönetimi belirlemesi olduğundan yola çıkacak olursak bu anayasa ilk cumhuriyetçi anayasasıydı. Nitekim bu gerçeklik, gerek 1 Kasım 1922’de saltanatın lağvedilmesi, gerekse de 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet isminin Anayasal olarak da ifade edileceği görüşmelerde de sıklıkla dile getirilecekti.”
Demokrasinin kısa ömrü
Kürtleri Kurtuluş Savaşı’na kazandırmak için yapılan bu anayasa çok geçmeden 1924 yılında yapılan yeni bir anayasa ile değiştirilmiş, 1921 Anayasası’nın bütün demokratik unsurları temizlenmiştir. HDK Eş Sözcüsü İdil Üğurlu, Kürtlerle yaşanan bu kopuşu şöyle özetliyor: “Cumhuriyet kurulmadan önce Mustafa Kemal Kürdistan’da toplantılar alıp bir taraftan Kürtlerin gücünü ve etkisini ölçerken diğer taraftan Kürtlerle birlikte Kurtuluş Savaşı’nı birlikte başlatmıştır. Ancak Kürtler kurucu unsur olacakken dışlanmış ve Beyaz Türklük devreye sokulmuştur. Gene bu dönemde Müslümanlık Sözleşmesi, Türkler tarafından daraltılıp bu ülkede yaşamak ve var olmak için Müslüman olmamın yetmeyeceği aynı zamanda Türk de olmak gerektiği toplumda işlenmeye başlamıştır. Cumhuriyet anti-Kürtleştirilerek, Kürtler tümüyle sistem dışı bırakılmış, dışlanmıştır. Kürtlere Türklük dayatılmıştır. 1924’ten itibaren Kürtlere karşı yazılı olmayan bir sözleşme kabul edilmiş ve her türlü baskı uygulanmıştır. Türk olmak adeta Türkiye’nin yazılı olmayan anayasası haline gelmiştir. Cumhuriyetin kuruluşunda asli unsur olan, Amasya Protokolü’nde de belirtilen ve belgelenmesine rağmen Kürtler asli unsur olmaktan çıkarılıp ‘tunç kanunu’ devreye sokulmuştur. Kürtler sembolleriyle, isimleriyle de tasfiye edilmeye çalışılmıştır. Baskılar, gözaltılar, tutuklamalar hayata geçirilmeye başlanmıştır. Kürtlere kendini inkar dayatılmış, inkârı reddedenler cezalandırılmıştır.”
Bir burjuvazi yaratmak
Savaş bitmiş ve yeni bir devlet kurulmuştur. Yeni devlet artık kendini kısmen güvende saymaktadır. Önünde iki görev vardır. Biri Türk ve milli bir burjuva yaratmak, ikincisi hala Anadolu’da barınan ve Türk olmayan unsurları asimile etmek. İçişleri Bakanı Mahmut Esat Bozkurt zaten ilan etmiştir bu ülkede Türk olmayanlara ancak kölelik düştüğünü. Erdoğan Aydın, 1921 Anayasası’nın değiştirilmesini ve 1924 Anayasası’nın onun yerine ikame edilme sürecini ve nedenlerini şöyle özetliyor: “Ne ki muhaliflerden arındırılacak olan II. Meclis’le birlikte egemenler, o zamana kadarki taahhütlerini unutacak ve 21 Anayasası’nın gereklerinin tam tersine merkezileştirici, Türkleştirici, Sünnileştirici ve burjuvalaştırıcı bir yönelime girecekti. Bu kapsamda 20 Nisan 1924’te, memleketin sosyolojisini ve çoğulculuğunu meşru görmeyen yeni bir anayasa oluşturulacaktı. 24 Anayasası’nda esas olan, öncekinden farkla toplumun hakları ve kimlikleri değil, önderliğin toplumu şekillendirme iradesi olacaktı. Artık 1 Mayıs emek bayramının, Kürt olmanın, Alevi olmanın, sosyalist, liberal, muhafazakar, vb. farklı iddialarda bulunmanın yasak olacağı, tektipleştirilerek demokratikleşmeyi imkansızlaştırılacak olan bir muasırlaştırma dönemine girilecekti.”
Türklük ve Sünnilik
Bekâ kaygısı aşılınca artık şeklen bile demokrasiye gerek yoktur. Tarihçi Aydın, bu süreci şöyle anlatıyor: “Sürece önderlik eden Türk burjuvazisi ve milliyetçiliğinin, Milli Mücadele’yi kazanmasını mümkün kılan ittifaklara ve bunu mümkün kılan demokrasiye yeni dönemde artık ihtiyacı kalmamıştı. Yunan işgaline karşı Milli Mücadele’nin kazanılmasını müteakip Türkiye, Sovyetler Birliği’nin değil kapitalizmin yolundan ilerleyeceği ve Musul’da ısrar edilmeyeceği taahhüdüyle, Lozan’da kendini emperyalist dünyaya kabul ettirmişti. Lozan Antlaşması’yla birlikte bekâ kaygısını aşan Türk burjuvazisi ve milliyetçiliği, artık bu toprakları kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye, kaldığı yerden devam edebilirdi. Onun I. Dünya Savaşı’nda yenilmesiyle yarım kalmış olan Türkleştirmek, Müslümanlaştırmak ve muasırlaştırmak programının önündeki engel artık ortadan kalkmıştı. Yeniden başlayıp tamamlamaya çalışacağı bu programın hiçbir farklı kimliğe, hiçbir sınıfsal hak talebine, farklı programlar öneren muhalif partilere, köylünün milletin efendisi kılınmasına, muhtariyet ve şura yönetimi gibi taahhütlere artık tahammülü yoktu. Dolayısıyla Milli Mücadele döneminde kendisine müttefik, güç ve prestij sağlayan bu önemli demokratik taahhüde, yani 21 Anayasası’na ihtiyacı kalmadığı bir yana, bu belge yeni dönemdeki hedefleri önünde engel haline gelmişti; 20 Nisan 1924’te, yeni dönemin ihtiyaçlarınca oluşturulan 24 Anayasası’yla değiştirilecekti.”
Cumhuriyet ve kimlikler
Bu değişiklikten en çok Kürtler etkilenecektir. Zaten bu arada Ankara hükümeti Kürdistan özerkliğini tanımadığı için çok önemli bir Kürt ayaklanması Koçgiri’de yaşanmış, adete cumhuriyetin cellatları olan iki isim Sakalı Nurettin Paşa ve Topal Osman bölgeyi kana bulamıştır. Öyle ki Meclis’ten bölgeye gönderilen heyetin gördükleri ve duydukları karşısında adeta dili tutulmuş, bu iki ismin cezalandırılmasını önermiştir. Meclis de Sakalı Nurettin Paşa’yı görevde almış ve rütbelerinin sökülmesine karar vermiştir. Ancak kısa bir süre sonra Mustafa Kemal tarafından tekrar görevine iade edilmiştir.
Bu dönemde eğitim kimlikleri dönüştürmek, asimile etmek için kullanılan bir araç işlevi görmüştür. Öyle ki köy köy Kürt çocukları toplanıp yeni bir tezgahtan geçirilmiş, ‘Dağ çiçeklerinden’ makul yurttaşlar yaratılmıştır. Akademisyen Bülent Küçük, yeni rejimin bu niteliğini şu cümlelerle anlatıyor: “Bu rejim, Hamit Bozarslan’ın ifadesiyle, ötekini Müslüman Türklüğün ‘hammaddesi’ olarak görür. Bir yandan kendisi gibi muhayyel ulusu sevme ayinlerine çağırır, bu çağrıya yanıt vermeyenlere boyun eğdirmek için çeşitli kaynakları seferber eder, diğer yandan devletin Müslüman Türk öznelliğiyle kurduğu yakın –duygusal ve sembolik– teması görünmez kılmak için mesai harcar. Nitekim Cumhuriyet’in eğitim rejimi, herkesin yeteneklerine ve arzularına göre herkese eşit eğitim hakkı tahsis etmek yerine, Müslüman toplumun içinden becerikli ve çevik çocukları eleyip seçerek –ve onları tikel kimliklerinden arındırarak/devşirerek– geleceğin yönetici elit zümresine dâhil etmek olmuştur.”
Cumhuriyet’in Kürtlerle sınavı
Cumhuriyetin demokrasi ile sınavı denilebilir ki Kürtlerle sınavı olmuştur. Ve açıkça söylemek gerekirse bu sınav pek kanlı olmuştur. İdil Uğurlu, çarpıcı cümlelerle bu sınavı şöyle özetliyor: “Cumhuriyetin Türklük ve laiklik üzerinden inşa edilmesi doğası gereği Türkiye’de yaşayan diğer halkların inkarını gerektiriyordu. Bu toprakların kadim halklarından olan Ermeniler 1915’te tasfiye edilmişti zaten, sıra Kürtlere gelmişti. Aslında Türkiye’de uygulanan laiklik de tartışılmaya muhtaçtır. Perde arkasından Müslümanlık şartı da saklı tutulmuştur. Cumhuriyet Müslümanlığa mesafeli gibi dursa da örtülü bir şekilde Müslümanlık şartı saklı tutulmuştur. Ulus devletin kurumsallaşmasının önündeki en büyük engeli Kürtler olarak gören devlet tarihte ender rastlanan uygulamalarla Kürtleri tasfiyeye çalışmıştır. Dersim Katliamı hala hafızada canlıdır. Kürtlüğün inkârı koşuluyla Kürt halkına yaşama şansı vereceğini uyguladığı politikalarla göstermiştir. Tüm bunları yaparken hegemonik güçler sessiz kalarak bu tasfiyeye onay vermiştir. Bu aynı zamanda Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan halkların bir arada yaşama iradesine müdahaledir.” Bu yaşananlar Türkiye’nin yeni ve demokratik bir cumhuriyet ihtiyacı olduğunu ortaya koyuyor. Bu daha kapsamı ve derinlikli bir tartışma konusu olarak önümüzde durmaktadır.
Cumhuriyetin palavra meydanı
Cumhuriyet idealinin en gözde laboratuvarı olması sebebiyle sorunuza vermeye çalıştığım yanıtı, yönetmen Arin Arslan’ın Sancı dergisine yazdığı bir yazıdan esinlenerek, Dersim’den bir anekdot ile tamamlayayım. “Rivayete göre”, Dersim’in en büyük ve merkezi meydanı olan Cumhuriyet Meydanı bir zamanlar askeri bando eşliğinde İstiklal Marşı okunarak pazartesi ve cuma günleri haftaya başlanıp hafta bitirilirmiş. Kente merkezden ne zaman bir siyasetçi gelse burada nutuk çeker, çeşitli vaatlerde bulunur, bir dahaki gelişine kadar verdiği sözleri unuttuğundan, aynı vaatlerde yeniden bulunurmuş. Yerli halk da bu unutma ve verilen sözleri yerine getirmeme hallerinden dolayı, -eski- cumhuriyetin bir nevi foyasını deşifre ederek, Cumhuriyet Meydanı’na “Palavra Meydanı” adını vermiş.
Eskiyi ikame eden yeni İslamcı-Türkçü rejim ise, ya eski Cumhuriyet’in vaatlerini ikame edecek yeni vaatler icat edemediği için, ya da ortada bunu yapacak bir cumhuriyet (ideali) artık bulunmadığı için, bu meydanda belirip -yalan da- olsa halkı bir ideale çağır(a)mıyor. Belki de bu yüzden eskinin biçimsel eşitlik üzerinden gizleme gereği duyduğu devlet-millet izdivacını, aşırı görünür kılarak herkesin bildiği “kamusal sırrı” aleladeleştirmeyi seçiyor. Palavra Meydanı ise -kulağa hoş gelen yalanların artık dillendirilmediği sağır, dilsiz ve sıkıcı bir meydana dönüşüverdiğinden- hiç eski tadı vermiyor.
Sorunlu sol yaklaşımı
Cumhuriyet kurulmadan her ne kadar Rusya’da 1917 Ekim Devrimi olmuş ve Lenin bazı bilgileri ifşa etmiş olsa da daha sonra Sovyetler Birliği 1920’lerde ve 1930’larda Kürtler ile ilgili Türkiye’den yana tavır almıştır. Türk solu da zorunda kalmadıkça Kürt sorunundan uzak durmayı tercih etmiştir.
Hegemonik güçler ve onların desteklediği ulus devlet, projelerine denk düşen politikalar uygulanmıştır. Sembollerle, öğretilen kurallarla Türklük her yerde hakim kılınmış, Kürtlüğün her türlü yöntem ve araç kullanılarak her şeyi yasaklanmıştır. Cumhuriyet döneminde Kürt sorununu demokratik yollarla çözmek isteyen aktörler tasfiye edilmiştir.
En demokratik anayasa
21 Anayasası, biçimsel eksikliklerine karşın özü itibariyle Türkiye’nin (ve Osmanlı’nın) gördüğü en demokratik anayasa olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Çünkü 21 Anayasası, bu toprakların, o andaki sosyolojisiyle sınırlı da olsa, halkın yönetime katılımını taahhüt eden tek anayasası olacaktı. Öyle ki, “24 maddelik kısa bir anayasa olan Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, 14 maddesini, yani yarıdan fazlasını taşra yönetimine, özellikle de yerinden yönetim ve yerel yönetim ilkelerine ayırmıştır.
Buna yerel katılım ve yerel demokrasi demek yanlış olmaz. (…) Vilayet denilen idari birim manevi şahsiyet ve muhtariyete (özerklik) sahiptir. Büyük Millet Meclisi’nin koyacağı yasalar çerçevesinde evkaf, medreseler, maarif, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin düzenlenmesi ve yürütülmesi ‘vilayet şûraları’nın yetkisi içindedir.” (Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 263)