Türkiye’de ulus devlet oluşumunun tam denetim sağlayamamasının en önemli göstergesi Kürt halkının asimile edilememiş olmasıdır. Kürtlere yönelik tavır ve kayyum uygulamaları bu gerçeği ortaya sermektedir
Yusuf Gürsucu / İstanbul
Britanya İmparatorluğu bir zamanlar Fransa ile birlikte dünyanın en büyük kolonyalist gücüydü. Britanya’nın sömürge ülkelerde uyguladığı yöntemler Fransa’ya göre farklılık arz ediyordu. Fransa’nın sömürgelerindeki uygulamalarda halkların yaşam biçimlerine kadar uzanan bir müdahalecilik öne çıkarken Britanya ise yerel işbirlikçiler eliyle mevcut toplumsal yaşama daha ince müdahalelerle işini yütümesiyle bilinir. Örneğin sömürgesi olan Hindistan’da halkın yaşam biçimine karışmadığını görürüz. Atadığı vali ve beraberinden yerel işbirlikçilerle ülkeyi yönetirken Hindistan’ın zenginliklerini yağmalayarak İngiltere’ye taşımıştır.
İşbirlikçiler
Halklar Britanya sömürgeciliği altında yaşam biçimlerini geleneksel anlamda sürdürürken sömürge ülkenin seçkinleri yani işbirlikçi zengin sınıfları bu durumdan şikayet etmezler. Osmanlı İmparatorluğu da benzer bir yöntemi uygulamış ve sömürge ülke halklarının yaşam biçimlerine ve inançlarına karışmayarak uzun bir süre muktedir olabilmişlerdir. Latince çiftlik anlamına gelen colonia kelimesinden türeyen kolonyalizm, sömürgeci ülkelerin sömürgelerinde her istediklerini yapabildikleri birer ‘çiftliğe’ sahip olma anlamına gelirken bu durumu sömürge halklarına da baskı ve zor yoluyla kabul ettirmişlerdir.
Batı iyi, doğu kötü!
Kapitalist modernitenin tarihi aynı zamanda kolonocilik yani sömürgecilik tarihine dayanır. Coğrafi keşiflerle başlayan sömürgecilik yerli halkların kültürlerini yok edip melez sayılabilecek kültürel yapıları ortaya çıkarırken bazı halkların kültürel yapılarını tamamen ortadan kaldırmıştır. Kolonyalist ilişkiler salt askeri güce dayandırılmamış, bazı coğrafyalarda kültürel asimilasyon uygulanırken toplumları oluşturan bazı unsurların komplekse girmesine ve kendisini aşağıda tanımlamasına yol açmıştır. Kültürel asimilasyon sürecinde batı ’iyi ve güzel’ olarak algılara oturtulurken, doğu ise ‘kötü ve çirkin’ olarak vurgulana gelmiştir.
Sömürgeler hammadde deposu!
Bugün Türkiye’de mevcut iktidarın Osmanlı’ya öykünerek ortaya koymaya çalıştığı politikaları bir yanıyla kolonyalizmi çağıştırmaktadır. Kolonyalizm daha sonra sanayi devrimiyle farklı bir evreye taşınır. Bu evre ise kapitalist-emperyalist dönemdir. Kapitalist sermaye büyüdükçe yeni alanlara ihtiyaç duyar. Bunun dışında üretimlerdeki hızlı artış yeni pazarları gerektirmiştir. Emperyalizmin bir diğer önemli hedefi ise aşırı üretimleri ortaya çıkaran kapitalist sanayi için hammadde tedariğini sömürge ve yarı sömürge ülkelerin coğrafyalarından sağlamaktır. Bugün içinde bulunduğumuz dönemde geçmişten farklı olan sermaye ihracı dışında emperyalizmin ortaya çıkışından günümüze uzanan tarihin bir tekerrürü yaşanmaktadır.
Türkiye’nin emperyal hayali
Britanya’nın sömürgelerinde uyguladığı benzer bir uygulama olan kapitalist liberalizm, son dönem ortaya çıkan neoliberalizm ile birlikte ‘ulusal sınırlar’ sermaye için ortadan kaldırıldı. Bugün kapitalizmin sermaye birikimleri için yeni birikim alanları yaratma zorunluluğu ilerleme göstermekte büyük sıkıntılar yaşıyor. Bu nedenle yeni bir paylaşım savaşı örtülü olarak yaşanırken bu savaşı daha da görünür kılacak olan gelişmelere gebe bir dönem içindeyiz. İşte bu dönemde Türkiye’de iktidarın emperyal bir takım hedeflerle hareket ettiğini izliyoruz. Her attığı adımda duvarlara toslayan iktidarın her toslama sonrası yüzünü Kürt halkının yaşadığı coğrafyaya çevirmesi ise dikkat çekiyor.
Ulus devlet
Ulus kavramı 1800’lü yılların sonuna kadar bir krallıkta ikamet edenler (nacion) anlamında kullanılırken, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişle yani kapitalizmin hakimiyeti ile birlikte doğrudan toprakla ilişkilendirilerek merkezi bir siyasi birlik ve bu siyasi birliğin hükmettiği topraklar üzerinde yaşayan insanlar anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün ulus devlet yaratma sürecinde devlet bankalarına Etibank ve Sümerbank isimlerini koyması, tarihsel bir geçmişle bağ kurmak yani meşruiyet aramak olarak ortaya çıkan önemli bir örnektir.
Ulusalcılık
Max Weber ulus devleti şöyle tanımlamaktadır, “Ulus devlet, sınırları belirlenmiş bir toprak parçası içinde yasal güç kullanma hakkına sahip ve yönetimi altındaki halkı ‘türdeşleştirerek’, ortak kültür, simgeler, değerler yaratarak, gelenekler ile köken mitlerini canlandırarak birleştirmeyi amaçlayan bir tür devletin oluşumuyla tanımlanan modern bir olgudur” der. Ulusçuluk kavramını ‘uluslar’ ortaya çıkarmamıştır. Aksine ulusları ortaya çıkaran şey ulusçuluktan başkaca bir şey değildir. Yani günümüzde ağızlara pelesenk olan ve bazı siyasi partilerce kullanılan ‘ulusalcılık’ söylemi Türkiye’de Cumhuriyet kurulumundan bu yana gerçekleştirilememiş olan bir olguya işaret etmektedir.
Ümmetçilik tutmadı
Türkiye devleti ve hükümetlerinin bugüne kadar uygulamaya koydukları politikaların bu eksende günümüze kadar taşınmasına karşın tam bir başarı elde edememiştir. AKP’nin iktidara geldikten sonra ulusalcılık kavramını değiştirme çabası içine girdiği gibi bir algı yaratılmıştır. Özellikle Kürt halkının Türkleştirilememiş olması nedeniyle ve İslami ümmetçilik anlayışına yaslanarak Cumhuriyet tarihi boyunca çözülememiş sorunu çözeceğini iddia etmiştir. Ancak bu iddianın boş bir iddia olduğu Kürt İslam çevrelerinde de kabul görmeyince özellike son 5 yıldır uygulamaya konan politikalarla Kürt halkı üzerinde yoğun bir baskı kurulurken geçmiş iktidarlardan bir farkları olmadıkları göstermişlerdir.
Öcalan’ın önerileri
AKP iktdarı ve öncellerinin tamamı Kürt halkını Türkleştirme amacını taşımıştır. Bölgesel olarak da ötekileştirilen Kürt halkının yaşadığı coğrafyaya yönelik politikalar ise kolonyalizmi çağrıştırmaktadır. AKP iktidarının çözüm süreci olarak adlandırılan sürece ciddi katkılar sunan Abdullah Öcalan bu gerçeği gören bir yerden Türkiye halklarını barış içinde yaşayabilecekleri ortamı yaratacak önermelerde bulunmuş, ancak bu önermeler yok sayılmış ve Öcalan bir adada esir statüsünde yaşama mahkum edilmiştir.
Kürtler kalıcı düşman!
‘Ulus’, ulus devletlerin biricik meşruiyet kaynağıdır. Ulusçuluk, biz ve onlar olarak ayrıştırma yapar ve karşısında daima bir düşmana ihtiyaç duyarken bunu sürekli canlı tutar. Türkiye’de son dönem beka sorunundan söz ediliyor olması ulus devletin tam olarak oturtulamamış olmasından kaynaklanırken aynı zamanda toplumun tamamını baskı altında tutmanın bir kaldıracı olarak değerlendiriliyor. Kürt halkı dilleri, örfleri ve mitleri olan binlerce yıllık geçmişe dayanan bir coğrafyada yaşayan bir halktır. Sahip oldukları geçmiş ise bugün Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırları içinde kalan ve dörde bölünmüş olan coğrafyadır.
Tecrit ve cezaevleri
Kürt halkının kendi dil ve geleneklerini kullanması gerekmektedir ve bu temel bir insan hakkı olarak kabul edilmiş bir kavramdır. Kürtlerin kendi dillerinde eğitim ve öğretim hakları vardır. Bu hakların Türkiye Cumhuriyeti’ni yok edeceği var sayımına dayanan devlet aklı, sorunu içinden çıkılamayacak boyutlarda sürdürmektedir. Öcalan’ın ve HDP’nin inisiyatif alıp Cumhuriyet tarihince çözülememiş sorunun çözülmesine yönelik ortaya koydukları çabalara verilen yanıt ise tecritler ve hapishaneler olmuştur. Bu baskı politikalarıyla çözümsüzlüğün sürmesi hatta derinleşmesinin istendiği görülmektedir.
Yağma ve asimilasyon
Çözümsüzlük boyutu çok yönlü devam ettirildiği ise kayyum uygulamalarında ortaya çıkmaktadır. Kayyum uygulaması iktidarın ekonomi politikasıyla uyumlu bir yol izlemektedir. İktidar yerel dinamiklerin bir kısmını belediye üzerinden bir nebze nemalandırırken diğer yandan yine bu dinamiklerin desteği ile bölgede her türden büyük çapta rantsal işleri ise merkezde bulunan ve iktidara yakın olan bazı şirketlere taşıdığı açıkça gözlenmektedir. HDP Milletvekili Sezai temelli “Kayyım atamaları, kurmaya çalıştığı yeni rejimi yerelde perçinlemek isteyen AKP iktidarının Türkiye’nin genelinde yürürlüğe koymak istediği totaliter rejimin en belirgin göstergedir” vurgusu yaparak sorunların farklı boyutlarına dikkat çekmişti.
‘Demokrasi askıda’
Temelli açıklamaların devamında ise şöyle diyordu; “Kayyımların atanmasıyla halkın iradesine el konulmak istenmiş, demokrasinin temel ilkesi olan seçme seçilme hakkı askıya alınmıştır. Dolayısıyla kayyım pratiği yalnızca irade gaspı değil aynı zamanda bir kent hakkı ihlalidir. Biz kayyımların yolsuzluklarıyla ilgili defalarca açıklama yaptık, Diyarbakır’da kayyımın kendisine yaptırdığı saray özentisi odadan, Mardin kayyımının aldığı hediyelere kadar her şeyi belgeledik. Hediyeler ile ilgili hala bir açıklama gelmiş değil. Kaldı ki bunlar işin sadece karikatürü. Yolsuzluğun boyutu tahminlerimizin çok ötesinde. Ama bunlara kulaklarınızı tıkadınız, halkı yanıltmaya devam ettiniz.”
Kayyumun yağma sınırı!
İktidar bölgede kentlere kayyumlar atarken kırsal alanları ise yaşanmaz hale getiren adımlarla kırsalı kentlere sürmektedir. Bu sürgün uygulamaları kırsal ve doğal alanlarda maden, enerji vb. şirketlerin ellerini kollarını sallayarak yaşamı yağmalamasının önünü açmaktadır. Bunları yaparken aynı zamanda ‘milli parklar’, ‘cazibe merkezleri’ gibi adımlarla yerel işbirlikçiler yaratıp onların da bu alanlardan nasiplenmesini sağlayarak asıl hedeflerin yolunu açtıkları izlenmektedir.
İşbirlikçi peşindeler
Hakkari’de Milli Park olarak ilan edilen alanın aynı zamanda maden sahası olarak ihaleye konu edilmesi bir çelişki gibi görünebilir. Ancak doğa turizmi vb. iddialarla bölge insanlarına iş olanakları açtıklarını iddia eden iktidarın asıl ulaşmaya çalıştığı nokta farklıdır. Bu durumdan yararlanmayı umanlar belki de farkında bile olmadan yağmayı destekler konuma sürükleniyorlar. İktidarın işbirlikçi yaratma peşinde olduğunu hatırlatmak gerekiyor. İktidarın attığı her adım belli bir plan ve program doğrultusunda ilerlemektedir. Bölgede HDP’li belediye neredeyse kalmamıştır. Bırakın belediyeyi HDP’li olarak bilinen insanlar da gizli tanıkların yalan beyanlarıyla cezaevlerine gönderilmektedir. İktidarın bu baskılarla halkta duruma rıza gösteren bir kabulu ortaya çıkarma gayretinde olduğu anlaşılabilmektedir.
Beyhude çaba
Kayyum atamalarının ‘ulusalcı’ refleks ve yağma üzerinden yürütüldüğü çok açık. Bölgede Kürt dili yaşamın her alanından koparılmaya çalışılırken uzun yıllar denedikleri ancak asla başaramadıkları kültürel saldırılarla asimilasyonu dayatmaya çalışıyorlar. Kentlerin tarihi hafızasını yok ederek inşaat sermayesine alan açmak isteniyor. Sur’da yaşatılan yıkımla halkın oradan sürülmesi her şeyi anlatmaya yetiyor. Bölgenin tamamında uygulamaya sokulan ve binlerce yıllık tarihi hafızayı yok etmek isteyen adımlar içinde Hasankeyf ise özel bir yer tutuyor. Yağma eşliğinde işsizlik, açlık, sefalet içinde bir yaşamın dayatıldığı Kürt halkının bu uygulamalara boyun eğmesini beklemek ise beyhude bir çaba olarak değerlendirilebilir.