Arif Mostarlı
Kısa sürdü onların maceraları. Zor bir işti zaten kalkıştıkları ve çabuk ezildiler. Ama tarih hiçbirini unutmayacak; Gudrun, Ulrike, Andreas, Jan Raspe ve diğerleri..
“Ben öyle görmüyorum ama bir hata yaptıysak, yapmışızdır; sonuçta, son yüz yıldır Avrupa sosyalizm mücadelesinde eksik olan şey, ‘delilik’ unsuruydu.”
Öyledir ya da değildir; çok tartışılır belki ama 1960’lar ve 70’lerin Avrupası’nda ortaya çıkan radikal sol örgütler, kim ne derse desin o kısacık süreçte hepimizde silinmez izler bıraktılar. Yukarıdaki sözler, 18 Ekim 1977 sabahı Stuttgart/Stammheim Cezaevi’ndeki 720 numaralı hücrede hoparlör kablosuyla asılmış halde bulunan Gudrun Ensslin’e ait. Genelde Alman basını “Beader-Meinhof Çetesi” gibi sansasyonel terimleri tercih ettiği için Kızılordu Fraksiyonu’nun (RAF) kurucu üyesi olan Gudrun, olup bitenlerde ikincil roldeymiş gibi görünse de aslında işin başından beri tam anlamıyla bir eksendir.
Anti-faşist bir aile
İlginç bir aileden geliyor Gudrun. Babası Helmut, Württemberg kilisesinde papaz ve Gudrun’un çocukluğu barış yanlısı ve anti-faşist Hristiyan bir çevrede geçiyor. Lise yıllarında Alman Protestan Gençliği’ne üye oluyor, 1958’de bir yıllığına protestan-metodist cemaat okulunda eğitim almak üzere gidiyor.
1963’te Bernward Vesper ile tanışıp bir yayınevi kuruyorlar. Daha sonra Gudrun, Schwabisch-Gmünd’deki Pedagoji Yüksekokulu’nda ve daha sonra Berlin Açık Üniversitesi’nde dersler vermeye başlıyor. 1964’te ise yine Vesper’le birlikte “Atom Bombasına Karşı Sesler” adında küçük bir derleme yayımlıyorlar; bu arada doktora tezi üzerine çalışırken SPD’nin seçim çalışmalarına katılıyor. Sonra oradan koparak, ‘Parlementodışı Muhalefet’e katılıyor. Aynı yıl Vesper ile nişanlanarak Batı Berlin’e taşınıyor ve ABD askeri üslerine ve nükleer silahlara karşı yapılan protestolarda aktif olarak yer alıyor.
Yollar belirleniyor
Ancak oğlu Felix’in doğumundan sonra Vesper’le ilişkisi bozulmaya başlıyor ve Gudrun artık daha sol cenahta kendisine yol ararken, İran Şahı’nın ziyaretini protesto eylemlerinde Benno Ohnesorg adında bir gencin polis tarafından öldürülmesi sadece onu değil herkesi derinden etkiliyor. O gece yapılan toplantılarda Gudrun’un düşüncesi nettir: Şiddete karşı şiddet! Benno’yu vuran polisin beraatından sonra işler iyice karışırken Gudrun’un hayatı da değişir. Vesper ile ilişkisini bitirerek o sıralarda Berlin’de bulunan Andreas Beader ile birlikte yaşamaya başlar.
2 Nisan 1968’de grup üyeleri bir kundaklamadan sonra yakalanıp üçer yıl ceza alırlar. Bir süre sonra tahliye olduklarında bir süre Fransa’ya geçerler. Beader, 1970’te yeniden yakalanır. Ama yaklaşık bir ay sonra, 14 Mayıs 1970’te Ulrike Meinhof’un liderlik ettiği silahlı bir grup onu cezaevinden kaçırır. Bu tarih aynı zamanda RAF’ın kuruluş tarihidir. Bu olaydan sonra eğitim görmek için Filistin’e geçen grubun içinde Gudrun da vardır.
1972 yılında RAF’ın gerçekleştirdiği bir dizi eylemden sonra Beader, Frankfurt’ta silahlı çatışma sonucu, Jan-Carl Raspe ve Holger Meins ile birlikte yakalanır, 6 Haziran 1972’de de Gudrun tutuklanır. Böylece RAF tutsaklarının ağır tecrit günleri başlar. Bütün tutsakların tek tek tutulduğu Stammheim Hapishanesi’nde yapılan mahkemelerde de geri adım atmazlar. “RAF’ın eylemleri konusunda canımızı sıkan bir şey varsa eğer, o da gücümüzle B-52’ler arasındaki orantısızlıktır” demişti Gudrun, Vietnam’ı bombalayan ABD uçaklarını kastederek.
Ölüm Gecesi’ne doğru
İkinci kuşak RAF eylemcileri, tecritteki yoldaşlarını kurtarmak için ellerinden geleni yaparlar bu arada. Stockholm’de Alman Büyükelçiliği’ni basan ve 12 kişiyi rehin alarak yoldaşlarının bırakılmasını isteyen RAF birliği başarısız olur. Eylül 1977’de ise eski SS subayı ve Almanya İşverenler Birliği Başkanı Hanns Martin Schleyer, RAF tarafından kaçırılır, RAF üyelerinin serbest bırakılması talepleri yerine getirilmeyince öldürülür.
Son olarak, 13 Ekim 1977’de ise Mallorca/Frankfurt uçağı RAF üyelerinin serbest bıraktırılması amacıyla Filistinli gerillalar tarafından kaçırılır; ancak Alman komandoları uçağa baskın yaparak üç gerillayı öldürür.
Böylece Stammheim’deki ‘Ölüm Gecesi’ne gelinir. Andreas Beader, 18 Ekim 1977 sabahı hücresinde ensesinden kurşunlanmış olarak bulunur. Jan-Carl Raspe de aynı şekilde kurşunlanmış, Gudrun hoparlör kablosuyla asılmıştır. Irmgard Möller ağır yaralıdır. Ulrike ise daha önce, Mayıs 1977’de yine hücresinde ölü bulunmuştu.
Alman devleti ne derse desin, bu olay, Avrupa tarihinin en vahşi infazları olarak tarihe geçer. Daha iğrenç olan, RAF liderlerinin beyinlerinin otopsi sırasında -ailelerinden izinsiz olarak- çıkarılıp kaçırılmasıdır. Kızının çabaları sonucu Ulrike’nin beyni Bernhard Bogerts isimli bir profesörün laboratuvarında bulundu; diğer üçününki ise hâlâ kayıp. Sadece “bilimsel çalışmalar”da (Terörist beyni nasıl olur?) kullanıldığı belirtildi ve başkaca bir açıklama yapılmadı.
Şaşırtıcı değil elbette. Ne de olsa Doktor Mengele’nin ülkesidir Almanya. Huylu huyundan nasıl vazgeçebilir ki?