Uzağı yakın eden, yakını uzaklaştıran burası, mesafemizle oynuyor. Algılarımızın kapı dışına itildiği, anlayışımızın sınandığı zamanların içindeyiz. İnsan kaybolmak ister bazen. Kendi rızasıyla çeşitli sebeplerden dolayı bunalıp böyle bir isteğe kapılır. Varoluşsal bir buhran ya da arayış diyebiliriz. Fiziksel olarak gerçekleşse diye dilek de tutarız. İnsanız, kaçmakla kaybolma isteğini yan yana koyarız.
Cesaret, korku, arayış, kaygı, itiraz, isyan vs artık hangi duygulanımları geçirsek, duygularımızın hangisi çıtasını aşıp hayatın içine karışsa, orada ve o kadarız. Duvara bakıp atomaltı parçacıkların insan fizyolojisiyle uyumunu tartar, bir geçiş hikâyesi kurarız. Aynı duvara bakıp bir hikâye düşünüp kendimizi bir ormanda yürüyüş yaparken yakalarız. İnsan zamanın ve mekânın dışında da yaşayandır.
Kimsenin güvenmediği üniformalıların, güvenlik namına insanları kaçırdığına dair haberler okuyoruz. Geçtiğimiz günlerde Bahtiyar Fırat, İstanbul Havaalanı’nda uçağını kaçırsın diye polislerce gözaltına alınıyor. Bırakıldıktan sonra ise uçağı kaçırdığı için başka bir seferi beklemek üzere havaalanından çıkıp bir otele gidiyor. O esnada bindiği taksiyi plakasız araçlar ablukaya alıyor. Bahtiyar Aydın’ın eşine kaçırılmadan önce verdiği bilgi böyle. Ötesini öğrenmeye kimsenin kudreti yok.
2020’nin ilkbaharında Mehmet Bal, cezaevindeki siyasi tutuklu oğlunu Silivri’de ziyaret ettikten sonra Eminönü’nde Kadıköy vapuruna binmiş, bir daha da kendisinden haber alınamamıştı. Halen de ailesinin ve duyarlı kamuoyunun soruşturmasına rağmen akıbeti hakkında bir bilgi edinilemiyor. Oysa bilen bilir, Eminönü vapurunun yanaştığı Kadıköy iskelesinde esnaf büfelerinden devletin kameralarına kadar birçok gözetim yeri var. Polislerin sık sık insanlara kimlik sorgusu yapması da cabası. Tüm bunlara rağmen sonuçsuz kalan ama halen sorgulanan bir kayıp olayı bu. Sosyal medyada sık sık #MehmetBalNerede hashtagı açılıyor bununla ilgili. Tıpkı neredeyse her sokağı devlet tarafından gözlenen Dersim’de Gülistan Doku’nun bulunmamasındaki ısrar gibi.
Bugün gelişen medya ile görünürlüğü artan bu kayıp duyuruları, insan hakları ihlalleri benzeri olaylar, yıllar önce başlayan ve bugün Cumartesi Anneleri ile ortaya çıkan arayışın bir benzeri. 1980 askeri darbe sonrası ve özellikle 90’larda süreklileşen failli meçhullerde yakınlarını kaybedenler bugün yılmaz mücadele ile devletten hesap soran bir pozisyonda. Türkiye’nin tarihine bakıldığında aslında, evet, Cumartesi Anneleri büyük bir mücadele azmi. Fakat diğer taraftan devletin askeri ve polisiye araçlarıyla ezip öldürdüğü, engelli bıraktığı ailelerin de bir hesap sorma arayışları olmalı. Olmalı ki bugün gündem olan yarın bir hesap sorma inadı olarak miras kalsın.
Her kaybettirilen bir arayışı ve bununla beraber bir hesap sormayı beraberinde sürüklemediği sürece arayanların yalnızlığı derinleşir. Örneğin, son olarak Suruç Aileleri, Ankara Gar Katliamı Derneği (kapatılmış olsa da), Soma yakınları, Barış Anneleri, rantsal dönüşüme karşı oluşumlar, Beyaz Tülbentliler, göçmenlerle dayanışma, ekolojik dayanışma birlikleri, çocuk hakları, hapishanede ölüme terk edilenlerin dışarıdaki sesleri, iş cinayetleri, mesleki hastalıklar, kadın cinayetlerine karşı oluşturulan mücadele ağları, homofobi ve transfobiye karşı platformlar çoğalmalı. Çoğalmalı ki hesap sorma gücü her il ve ilçeden sokaklara kadar inebilmeli.
Bugünlerde ise sosyal medyada JİTEM adı altında açılan hesaplardan muhalif gazeteci ve yazarlara tehdit mesajları gönderiliyor. Son olarak gazeteci Amed Dicle ve Hayri Demir’e “ölüm seni bulacak” diye mesajlar gönderildi. Öte yandan HDP gençlik üyeleri plakasız araçlarla kaçırılıp ajanlık tekliflerine maruz kalıyor ve tehdit ediliyor. Neredeler ülkesi olma yolunda bilinçli ve örgütlü yol alan bu sisteme karşı arayışın inadı kadar önem arz eden başka bir şey yok. Sistemin her saldırısı bir başka arayışı ortaya çıkarıp hesap sorma raddesine gelince ve dayanışınca sonuçlara varılır. Aksi durumda tek tek nostalji olmanın kaderine terk ediliriz.
Duvarları aşma, bulunduğumuz andan çıkma, hayallerdeki dünya hedefi uzaklaşıyor devletin zor aygıt ve algılarıyla. Kuantumu da, düşleri de yanımıza alıp önümüzdeki duvarı aşmak ve dilediğimiz gerçeği bugünün anının içinde görmek, o gerçekle beraber yürümek çok uzak değil. Miyop ya da hipermetrop olmak göz hastalığıdır, isyanla alakası yoktur. Aynalar şahidimiz olsun, görülmek istediğimiz yerlerde kendimizi görelim.