Sıradan yüzeyselliğinde yanılgılı bir mutlulukla kendinden uzaklaşmakta mı sorun, yoksa aynılaşmanın her tekerrüründe hiçleşmek mi? Varolanla yetinmenin o sonsuz akıntısında sürüklenmeye çıkıyor. Oysa her ikisi ölümcül kesişmelerin özgüven yitiminde uzaklaşıyoruz böylece kendimizden. O halde tekrarlanmalı cehennem ateşindeki o meşhur soru: ‘Quo Vadis?‘ yani ‘nereye gidiyoruz?’
Doğarken ölmeye başladığımıza göre, garip bir yolculuk mu yaşamımız? Cenneti düşlemeye hasretliğimiz zamanla eşdeğer, bir farklı olana dair o ilk adımı atabilsek neler de değişmez ki kendimizde… Sonrasını düşünmeden, hiçbir pençeli korkunun yüreğimizi teslim almasını umursamadan yürümek… Tüm gemileri yakarcasına uzaklaşmak içimize çöreklenmiş o kaygılar silsilesinden. Ruhun asi doğasına sinmiş olan tüm o kirli gölgeli sözcükleri paramparça ederek hem de. Ama tüm mutlaklaştırmaların sinsi tuzağına düşmeden.
Bizi kendimizden koparacak, bilinmeyenin sırrına eriştirecek bir elin uzanışına muhtaç kılıyoruz hep. Belki de aykırı olana dokunma korkusudur cesaretsizliğimize sebep. Oysa yitireceklerimizin değersizliğini bir görebilsek, kırabilsek benliğimizi o paslı zincirleri neler başaramayız ki….
Kendiliğimizin ufkuna kayıtsızca kulaç atmayı bir göze alabilsek… Ama ikilemlerin darağacında çırpınıp durmaya şartlanmışız. Biz değiliz bizi biz kılan, çıkamıyoruz gayrı yürek gözümüzün aşina olduğu o derin karanlıktan da. Tüm kırılmalarımızdan doğan yenilgiyi ise kader adını koymamız ve bunu varoluşumuzun kendisi addetmemizdir yokluk halinde yaşamamıza karşılık düşen. Oysa göğüs kafesimizin derinliklerinden çığlıklar yükseliyor, ‘kır kokularını’ diyor bize. Çağrının ürkütücü ve bir o kadar keskin tınısı yankılanıyor. Yankılandıkça ürküyor, içimize büzüşüyoruz.
Benliğimizin o keşfedilmemiş izbelerinde dönüşsüz yolculuklara yelken açmak için bir rüzgara muhtacız hepimiz. Ama bilinmez fırtınaların korkunç uğultusu kemiriyor yüreğimizi. Tırnaklarımızı kanatırcasına o yoksul ve günahkar ellerimizle kazıp atıyoruz üzerimizdeki toprağı ama çıkamıyoruz içinde yaşadığımız mezardan. Karanlığa sevdalıyız sanki, ne garip değil mi? Oysa cennetin tüm renklerini, ışıklarını da taşıyoruz içimizde.
Yapmamız gereken yegane şey, ördüğümüz o duvarları kırmakta, paramparça edebilmekte. Yoksa hep böyle acınası sürecek hayat ölene dek! Ve bizi bir başka kılmayacaksa aşk, tüm hayat bir gölge halinde akıp gidecek. Yaşarken ölmek de bu olsa gerek. Yani körlük, yürek gözünün kapanması, cüret yitimi… Kendimiz olmak ve kendimizdeki saklı gücü açığa çıkarmaktan başka çaremiz yok. Yok işte! Ya kendimiz olacağız ya da başkalarına göre kurgulanmış bir yaşamın ölümcül ıstırabına katlanarak yaşadığımızı sanacağız, yaşamış gibi yapacağız, gülerken kan ağlayacak içimiz, severken tüketeceğiz, tükeneceğiz.
Cevaplanmayı bekleyen o korkunç kesin soru çıkıyor yine karşımıza; ‘Quo Vadis’; ‘Nereye gidiyoruz?’
*Patnos Cezaevi