Herkes kendi çektiği acıların kimliği ile konuşuyor. E demek ki temeldeki kartvizitimiz çektiğimiz acılarımız. Ve acılara saygı duymak gerektiğini düşünüyoruz ama kendi acılarımıza, başkasının acısına değil
Nezahat Doğan
Mazlum Çimen… Yaptığı besteler ve müziklerde yaşadığımız coğrafyanın her bir söz ve tınısını, hayatımızın izdüşümünü bulmak ve hissetmek mümkün… “Kendimizi yaşadığımız acılarla tarif ediyoruz, acılarımız kimliğimizi oluşturuyor” diyor.. Onun yaşadığı kayıplara, acılara baktığımda da en derinini yaşamış bir isim görüyorum.. Madımak Katliamı’nda baskılara, sürgünlere rağmen sisteme karşı duruşu, müthiş bir hümanizm ile hak temelli deyişlerle hep söyleyecek mesajı olan halk ozanı babası Nesimi Çimen’i, can dostu ve onu en derinden yaralayan Hasret Gültekin ve daha nice yaşamına dokunan değen birçok ismi, yoldaşını kaybetti. Ama her yaşadığı acı onun sanatında yer buldu. “Toplumsal meselelerde, baskılarda, zulümlerde, ötekileştirilen, yok sayılan her bir kimliğin, dilin acılarıyla güçlendik ama alıştık” diyor. “Bunu kırmamız, bu kısır döngüden çıkmamız gerekir” derken de, toplumsal değişimin öncelikle sisteme karşı bireyin kendisini değiştirmekten ve bir arada durabilmeyi başarabilmekten geçtiğini söylüyor…
- Ülkenin içinde bulunduğu anti-demokratik uygulamalardan, hukuksuzluk ve adaletsizliğe kadar sanatın toplumsal meselelere ve ülkeye bakışı ne? Duyarlı mı? Duyarsız mı?
Aslında herkes biliyor geminin su aldığını, biliyor ama kimse söylemek istemiyor. Buradan derin dibe baktığımızda bir kere şöyle bir şey var: Kültürel aşamasını tamamlamış ya da başka bir aşamaya geçmiş toplumdan bahsetmiyoruz, yarım yamalak olan kendimizden bahsediyoruz. Buna aydını dahil, sanatçısı dahil, köylüsü, işçisi, öğrencisi dahil. Hiçbir şey kendi doğrultusunda sonuca varıp da öteki aşamaya geçmiyor. Toplumsal dönüşüme baktığımızda da bizde farklı bir gelişme var… Doğru bir kavramı bir yerde toplumsal olgular içinde değerlendirdiğinde, doğru olan bir şeyi senin sınıfsal ya da genetik olarak feodal, geldiği bir kökene ters düştüğü için orada duygusal davranabiliyorsun. Bu da zurnanın zırt dediği yer!!! Biz bir şeyleri değerlendiremiyorsak sanatın suçu ne? Sanatın seni dönüştürmekle ilgili bir sorunu yok!
- Biz sanatı farklı mı algılıyoruz? Ya da nasıl algılamak lazım o zaman?
Şöyle algılıyoruz… Millet uzaya gidip de marul ekmeye başladığı bir dönemde biz hala “Sanat halk için mi? Sanat sanat için mi?” diye bir kavram içindeyiz. Ve hala oradan çıkamadık.
Bu şunu da gösteriyor, biz hala feodal bir döngü içindeyiz. Kabuğumuzu kırmış değiliz. Çatlatmışız ama çıkmamışız. O yüzden bir anda iktidar değişikliklerinde topyekün değişimler görüyoruz. Şimdi 18 sene olmuş AKP iktidarıyla yaşıyoruz ve bir anda şöyle düşünüyoruz… “Ulan bu toplum böyle miydi?” Toplum nereye gitti ki böyle olsun? Bir yere doğru gidecekti belki… Ama alt dinamikler, feodal yapılar, duygusal ahbap çavuş ilişkileri, eksik kalan kültürel yapılanma falan hepsi buna birer etken ve ayağını alttan çekti başka bir hale geldi. Niye şaşırıyoruz ki?
Tarihimize baktığımızda bu coğrafya acılar tarihi.. Olumsuzluklar tarihi… Mutluluk tarihine baktığımızda kaç gün sayabilirsin? Bu ülkenin mutlu, gülen, neşeli sayısına baktığımızda on parmağın kadar günü yok! Toplum devamlı acı çekmiş, devamlı bunalım yaşamış, siyasi krizler, buhranlar falan…
- Acılar coğrafyası dedin ya… Toplumsal alanda kimlikler üzerinden yargılama ve ötekileştirme yok mu? Sanat üzerinden, kimlikler üzerinden böyle bir şey söz konusu değil mi?
Tabi ki söz konusu.. Var, bunu nasıl öteleyebiliriz ki. Ermeni Türk’e öyle bakıyor, Türk Kürde öyle bakıyor, Kürt, Alevi, Sünni hepsi böyle bakıyor…
- Bunun temelinde ne var?
Söylemek istediğim aslında öncelikle kendimizi tanımlayamadığımız için başkasını tanımlamaya başlıyoruz. Kendimizi tanımlayamadığımız biçimde başkalarını yargılayabiliyoruz. Ve bizde halen kimlik üzerinden tanıtma var. “Benim yaşadığımı sen yaşamadın ki sana kendimi kimliksiz anlatabileyim?” Ben yaşadığım acılar tarafından kendi kimliğimi oluşturarak sana kendimi sunabiliyorum. Biz şu mutluluğu yaşadık oradan buraya geldik diyen bir kimlik var mı bu ülkede, yok! Herkes kendi çektiği acıların kimliği ile konuşuyor. E demek ki bizim temeldeki kartvizitimiz kimlik olarak çektiğimiz acılarımız. Ve acılara saygı duymak gerektiğini düşünüyoruz ama kendi acılarımıza, başkasının acısına değil.
- Orada acı kimliği farklılaşıyor, ortaklaştırılmıyor mu?
Olmuyor, onu söylüyorum. Çifte standart başlıyor. Doğru zeminde ortak zeminde buluşamayan bir toplum ya da halk silsilesi acıları nasıl ortaklaştıracak?
Acıları ortaklaştırabilseydik zaten şu anda Kürtlerin yaşadığı baskılar, zulümler ve acılarda ortaklaşırdık, hala en büyük baskıyı, şiddeti Kürtler yaşıyor. Azerbaycan-Ermenistan geriliminde Ermenilerin yaşadığı ortada, hedef haline geldiler. Bu çok somut gösterge!
O yüzden sanatın toplumsal dönüşüme katkısı ya da sanatın duyarsızlığı diye somut olarak tahlil koyamıyorsun. Çünkü “Sanat halk için mi? Sanat sanat için mi?” meselesinden hala çıkamamış bir kalabalığız. Sanatın toplumu dönüştürmek ya da toplumu farklı bir çizgiye çekmek gibi bir derdi yok, benim anladığım kadarıyla…
- Senin anladığın kadarıyla mı yoksa sanatın kendisi mi öyle? Politik olmalı mı? Toplumsal meselelere farkındalık yaratmalı mı?
İşte bu dediğin sanatçının tercihidir. Şöyle diyelim; Picasso bir sanat eseri ortaya koyuyor bir mesaj oluşturuyor dünya genelinde bir acıyı ortaya koyuyor. Bir mesajı var, bir dönüşümü cevabı var. Burada sanatçı oluyor, siyasal bir süreci de var. Peki Pavarotti’yi karşısına koyduğunda; onun siyasal bir söylemi yok o anlamda sanatçı değil midir? Sanatçıdır. Bu da tercih meselesidir.
- Baban Halk Ozanı Nesimi Çimen, politik duruşu, sistemi sorgulayan, sorgulatan ve sürgünler görüp konserleri yasaklanmış yaşadığı topraklara dönemeyen bir yerdeydi… Aleviliği-Bektaşiliği deyişler ve dörtlüklerle hak temelli anlatırken sisteme karşı bir başkaldırısı yok muydu?
E tabi ki var… Fakat babam sanatçı değil kalaycılıktan gelen bir halk ozanıydı, öyle bir misyonu vardı. Daha sonra halk ozanlığı biçimini geliştirerek sanatsal dünyaya adım attı. Ve oraya adım attığında da kendi perspektifini bütünlük olarak belirlemeye başlıyor. Bu onun kaçınılmaz sonucu. Süte sabuna dokunmayan bir halk ozanı olmaz zaten. Aşıklık geleneğinin misyonunda var bu.
İnsani değer yargılarının nasıl geliştirileceğini çözemediğimiz için biz hep bu kısır döngüde kaldık. O yüzden işte toplumsal değer yargıları da böyle gelişiyor, iktidarın topluma bakışı, toplumun iktidara bakışı, haksızlık, adaletsizlik… İşte bu yüzden kendi tarafına yapılırsa adalet, bu tarafa yapılırsa adaletsiz kavramı başlıyor. Adaletsizlik adaletsizliktir!
Sadece ve sadece yaptığı müziği değil, müziğin içinde bulamayabilirsin, şiirinin, tiyatrosunun içinde bunu bulamayabilirsin ama kendisinin hayata ve olaylara karşı durduğu yerden bakarsak, hiç siyasal söylem yapmamış, siyasal normda da durduğu yerden dolayı değerlendirilen insanların gösterileri yasaklanıyor.
- Yeni Kürtçe oyun yasaklandı ve soruşturma açıldı. Biraz önce bahsettiğin kriterler işte Kürtçe olduğu için değil mi?
İşte dediğim şey bu! Dario Fo Kürtçe oynandığı için yasaklanıyor… Bu coğrafyada Kürtler yok mu, kendi dillerinde türkü dinleyip tiyatro izleyemezler mi? Bir toplumun dilini yok edemezsin, yasaklayamazsın, hiçbir dili yok sayamazsın. Toplumsal uyumu sağlayan bir sürece girmemiz gerekirken sistem bunu yapıyor. Anayasa Mahkemesi bir karar alıyor alt mahkeme diyor ki “ben onu tanımıyorum”. O zaman bizim burda ne işimiz var?
- Cumhurbaşkanı Erdoğan Madımak Katliamı failini affetti. Ama cezaevinde hasta tutsaklar tedavi edilmiyor, tahliye edilmeli raporları olan tutsaklar cezaevinde tutulmaya devam ediyor. Peki hangi adalet?
Adalet yokkk! Berfo ana vardı, işte 80 yaşında. Ölen kadınlardan bahsedelim. Sağlık durumlarından ötürü yıllarca içerde yatmaya devam ettiler. Bunlar affedilmedi, bırakılmadı.
İşte bunun için söylüyorum, insan değer yargılarımıza dair ideolojik noktadan değerlendirmeye başlarsak orada bir şey kalmıyor. Yani adalet diyoruz, hukuk diyoruz. Bir ülkede adalet ve vicdanın olmadığı yerde demokrasiden, insan yaşamından bahsedemeyiz. Bizim temel sığınacağımız hukuk ve adalet. Ve en önemlisi vicdan.
Hukuku çifte standarda dönüştürdüğün zaman hukukun dibine dinamiti koydunuz demektir. Sanatın hiçbir ideoloji ile bağlantısı yoktur! Ben onu söylemeye çalışıyorum. Sanat kendine aittir.
Toplumun bu kadar pasifleşmesinde suç sanatın mı? Ne bu toplumun suçu? Topyekün bir suç. Varolan sistemin kendi gücünü devam ettirmesi uğruna gelişen bir sonuçtan bahsediyorum.
- Bu coğrafyada en büyük acıları, katliamları Kürtler, Aleviler, Ermeniler yaşamadı mı?
İşte sadece Kürtler, Aleviler olarak da bakamıyoruz… Süryanileri, Ezidileri ne yapacağız… Siyasal bakmanın bizdeki en büyük zararı şu. Benim aynı değerde baktığım bir arkadaşım ilerde yanlış yaptığında benim direk saldırı alanım oluyor. Ve saldırı alanım beni besleyen yaşam alanım olmaya başlıyor. Siyasal bakmanın bizdeki en büyük zararı şu! Şöyle bir ego durumu oluşuyor. Benim aynı değerde baktığım bir arkadaşım ilerde yanlış yaptığında -kendi yaşadığım sınıfsal ve ideolojik değerlere göre konuşuyorum- yanlış olduğunu hissettiğimde onun yanlışı benim saldırı alanım oluyor ve o da yaşam alanım ve beni besleyen alan olmaya başlıyor.
- Yazar-çizer sanatçı kesimi bir araya geldiğinizde, Türkiye’ye baktığınızda ekonoik krizden, kadınların hedef gösterilmesine, tutuklamalara, anti-demokratik uygulamalar kadar.. Daha çok ortak ses çıkarılabilse denildiğinde, bu çok mu zor? Eksik mi kalınıyor? Entelektüel kesimden daha çok ses çıkamaz mı?
Kendi içimizde tartışıyor olmamız için kendimize gelmemiz gerekiyor. Kendimize gelemedik ki hala.. Bu kadar tırpan, dozer yedi bu topraklar biz hala kendimize gelemedik. Bir de kendimize gelmemiz için bir araya gelemiyoruz ki. Bizim bir araya geleceğimiz bütün alanlar da yok ediliyor. Bizim bir araya geldiğimizde ne yaratabileceğimizi bizden daha iyi bilinen bir yapı tarafından o alanlar yok ediliyor. Biliyor ki bir araya gelirse başka bir şey olacak. Ama biz bunun farkında değiliz..
- Bir araya gelinirse başka bir şey olacak diyorsun. Tam da içinde yaşadığımız eksiklik bu değil mi?
Bizim bir araya geldiğimizde ne yaratabileceğimizi bizden daha iyi bilen bir yapı tarafından o alanlar yok ediliyor. Biliyor ki bir araya gelirse başka bir şey olacak. Ama biz bunun farkında değiliz…
Bir araya gelirken ideolojik olarak o masaya oturuyoruz. Ve bir araya gelmekten sıkılıyoruz, aynı şey oluyor hep. Yani bizde sadece tarih değişiyor ama tarih içerik olarak değişmeden geliyor.
Önemsediğimiz ve toplumda bütün değerlerin üzerinde oluşturduğumuz isimler var bu coğrafyada. Sınıflar üstü dediğimiz ya da bürokrasi üstü dediğimiz isimler var. O isimlerin arada bir konuşması çok daha farklı oluyor. Geçmişte Yaşar Kemal’in yaptığı gibi… Bir anda Siyaset Meydanı’na tek başına bir çıktı, Kürt meselesini gündeme getirdi, Kürt sorunu vardır dedi üç ayda ortalık değişti. Aydının, yazarın sorumluluğu bu zaten.
- Sorumluluklarda entelektüel, aydın, yazar kavramları karıştırılıyor mu?
Sorunumuz işte bu bizim… Bütün kavramlar birbirinin içine girmiş. Entelektüelin böyle bir sorunu yoktur. Entelektüel sorunların farkına varandır… Sorun çözücü değildir. Aydındır sorunu çözecek olan ve doktrini sunacak olan. Ama biz iç içe geçirdik. Aynen Aşk ile Sevda gibi. Bunlar birbirinden farklılar.
Bu anlamda aydın, yazar-çizer, entelektüel bir araya geldiğinde düşünsenize nasıl bir enerji oluyor. Bu enerjiyi bizden daha iyi bildiği için sistem o bir araya geleceği alanları yok ediyor. Sosyal medyayı neden kısaltamaya çalışıyor. Tek bir araya geldikleri yer orası çünkü. Bu yüzden ben o tweeti atmıştım “yine geciktik” diye. Biz hep son anda bakalım ne olacak? Sırrı’nın (Süreyya Önder) bir sözü var ya: CHP için demiş, “can kurtaranın arkasına takılan taksi” muhabbeti gibi. Son anda adım atıyoruz. İdeolojik kimliğimizi bir tarafa bırakıp öncelikle meselenin ne olduğunu ve kaynağını irdelememiz gerekiyor, sorunu tespit edelim, çözüm üretelim. Ama öyle bir hale geldik ki siyasi gömleğini bir tarafa bıraksan da artık yine siyasisin. Çünkü o kadar açıldı ki pergel, açı o kadar geniş ki; “bu iktidar inmeli artık” dediğin anda zaten siyasalsın. “Bu iktidar devam edebilir ama şöyle devam edebilir” söylemi koyduğun anda “sen düşmansın”. Bu seferde aynı ideolojik yapıda düşman olabilirsin.
Alt metni okumak gibi bir çaba yok, duvarlar örüldü, söylenecek her söz siyasaldır bu süreçten sonra.
- İçinde olduğumuz bu kısır döngü nasıl kırılır?
Farkına varmadan neyi kıracaksın? İyi irdelemeden ne nasıl demeden, kısır döngüde olduğumuzun farkına varmadan bu döngüden nasıl çıkacağız.. Önce fark edeceğiz ve niye buradayız diye soracağız.
Oradaki cevaplar da; “sen ben” den değil, bizden başlatarak gidebilirsek olabiliyor. Senden oldu, benden oldu değil, bizden oldu.. Çözerken de yine ben dediğin şeyi çok iyi değerlendirmek gerekiyor. Ben olmadan biz olmaz. Doğru bir ben yaratmak lazım. Ama benden bencile düşmek çok berbat bir şey. Biz beni yaratıp bencile düşüyoruz. Ben den bize düşemedik biz. Sen ben yok biz varız diyoruz ama halen ben olarak geliyoruz oraya.
Biz kısır döngünün farkına varacağız da geleceğiz de, biz hala Siirt Pervari ile Kağıthane arasındaki mahallenin ilişkisini kuramamışız..
- Bu topraklarda hep katliamlar ve acılar yaşandı.. Dersim, Maraş, Çorum, Madımak, Ankara, Suruç.. Cizre bodrumları… Biz şuna mı alıştık.. “hesabını soracağız, hesabı sorulacak” ya da “unutmadık unutturmayacağız” bu da çok derin bir sorunu da beraberinde getirmiyor mu?
Offf şimdi buna nereden başlayım… İcatlar ihtiyaçtan doğuyor. Böyle bir kavram vardır ve doğrudur.
Sorunun olduğu yerde ihtiyaç başlar. İhtiyaca göre de icat başlar. İnsan yaşamının temeli bu. Doğayla buluşup idame ettirme temeli soruyla başlayan ve cevap ilişkisi. Niye bunu söylüyorum!! Bir ihtiyaç var ki icat ediyorsun. Bu dogmatik falan değil.
Seninle Sivas’ı konuşalım oradan gidelim.. Sende iyi bilirsin, ilk dört yıl “Sivas’ın Hesabı sorulacak” sloganı vardı. 5. sene şöyle bir slogan çıktı. “sivası unutma unutturma” ya dönüştü. Bir ihtiyaç doğuyor demek ki. Ya biz yavaş yavaş bunun hesabını soramayacağız. Bu duygu oluşmaya başlayınca “unutmayalım unutturmayalım”a dönüştürdü. Hesap sorma enerjisini hiç olmazsa “unutturmayalım”a dönüştü. Bu ülke inanılmaz gündem enflasyonu. Her gün yeni bir kaotik duruma uyanıyor. Her gün bir olay oluyor. Baskılar şiddet korku, gözaltılar, tutuklamalar ve neyi takip edip düşüneceğimizi şaşırıyoruz. Sivas Katliamı derken arkadan birçok katliamlar yaşadık. Hangi birini unutturmayacağız, hangisinin hesabını soracağız.
- Biz artık var olanla mı yetiniyoruz?
Ee o noktaya geldi!! “Aman ha bu elimizden gitmesin” duygusu oluştu. Bunu biz hiçbir zaman itiraf edemesek de böyle bir noktadayız. Niye? Çünkü, bizim hayallerimiz bile fukara. Toplumsal beklentilerimizi çok fazla zengin tutamıyoruz. Neden? Hep bir kısır döngü, hep bir şeyle kesiliyor önü… Öyle yasaklar konuyor ki bizde var olanla yetiniyoruz. İşte en büyük tehlike bu!!
- Korku sarmalı o zaman çok alana mı sirayet ettirildi? Değişim nasıl sağlanır?
Şimdi bu anlamda ben ne entelektüelim ne de aydın! Onlara sorman gereken soruyu bana soruyorsun, ama elimden geldiğince cevaplamaya çalışacağım..
Biz fukarayız be Nezahat!! Gittikçe de fukaralaştık. Önceden şöyle bir şey vardı; Biz bir söz söylediğimizde ne olacağını biliyorduk. Şimdi onu bilmiyoruz. Asıl sorun bu! Ben bir şey söylediğimde ilk korktuğun şey işsiz kalma geride kalanları idame ettirememe oluyor. Tiyatrocusu-sanatçısı, çizeri aydını buradan korkuyor. Diyecek sözü var ama geride kalanları düşünüyor. Oyunum, konserim iptal olacak, kitabım yasaklanacak e ben nasıl yaşayacağım ve bu da haklı ve insani bir korku. İnsanlar cezaevine girmekten korkmuyor, geçinememekten korkuyor.
Çünkü bizden uzaklaştık neden? Yarın ya da bir saat sonra akşam şurda bir eylem var gelin.. Ee çekiniyorsun gitmeye, kimin yanında duracaksın, yanındaki kim? Yarın yanımda görecek miyim? Artık kendimizde bir yabancılaşma oldu, süreç ve sistem bizi kendimize yabancılaştırdı. Süreci biz kendi içimizde doğru tahlil edemedik bir arada güçlü duramadık. Ekseninden kaydık.. Bunu kırmamız lazım. Bunu zaman ve süreci iyi tanımlayarak kırabiliriz. Sorunun cevabı da orada yatıyor.
Önce bir kendimizi bilmek, biz yan yan yana gelirken kendimizi değil karşımızdakini tanımlayarak yan yana geliyoruz. Ben neyim kimim ve neredeyim? Ne hatalarım var? Ne yanlışım var? Biz hala bunu yapmadık ben de yapmadım mesela. Bak ben bunu yapmamış bir insan olarak bu kadar konuşuyorum. Halbuki benim sana şunu söylemem lazım, “Ya Nezahat hala o duruma gelmedim bana bunları sorma ben hala şu an kendimle uğraşıyorum, kendimi bir bulayım!” ben bunu demiyorum senle oturup röportaj yapıyorum. Biz böyleyiz..
- Eleştiri yapıyor ve özeleştirini de veriyorsun diye anladım?
Elbette hepimiz kendimize dönüp bunu yapmalıyız.. Ama eleştiride de nasıl dönüşüm değişim yaratabiliriz üretebiliriz üzerinden eksikliklerimizi eleştirip düzeltmeliyiz.. Önce kendinden başlayarak.
- Toplumun her alanında yargılarla güne başlıyoruz… Her şeyin çok sözde kaldığı, eyleme dönüşmediği, farkındalığı ve duyarlılığı yaratacak adım atılmadığı değerlendirmeleri var… Mesela 101 Aksaçlılar bir araya geldi ve demokrasi için bir arada olunmalı dedi… Bunlar daha büyütülemez mi? Ya da başka neler yapılabilir? Biz de buradayızı söylemek çok mu zor?
Yoo zor değil aslında… 101 Aksaçlılar… En son bu yapıldı. Daha öncesinde de birçok organizasyonlar yapıldı. Aydınlar dilekçesi var. Bizim ölüm oruçlarında, açlık grevlerinde yaptığımız etkinlikler var. Biz yaptıklarımızı da unutuyoruz. Gündem enflasyonu yaşıyoruz. Bak hep şuna takılıyoruz; siyasal-ideolojik yapılarımızla geliyoruz diyorum ya hep oraya takılıyorum. Çünkü niye? Feodaliz biz hala. Bir ideolojinin feodalliğini yaşıyoruz. Ben burada bir soruna parmak basmak, buna çözüm üretmek, bir etkinlik yapmak, duyurmak, farkındalığı yaratmak için bir eylem ortaya koyarken çağırdığım herkes cebindeki taşıyla geliyor. Biz acılar toplumu yumağıyız. Kimliğin acısı yok diyorum ama acının kimliği var.
- Peki nasıl bir yolda yürünüyor ya da yürünemiyor?
Biz kimliklerimiz üzerinden yürüyoruz. Aslında kimliklerimiz üzerinden yürümek kadar vahim bir şey olabilir mi? Bir her şeyi her sözü her bir arada olmayı kimlikler üzerine oturtuyoruz. Birbirimizi kimlikler üzerinden tanımlıyoruz. Buna karşı çıkıyorum! Ama kaçınılmaz olarak da diyorum ki; ama ben kimliğim üzerinden konuşmak zorundayım çünkü; ben ancak acılarımla konuşabiliyorum.
“Ya olduğun gibi görün, yada göründüğün gibi ol” bu lafa acayip gıcık olurdum. Çünkü niye içinde anlatılması gereken başka bir şeyden bahsediyor. Dürüstlük ve erdemlikten bahsediyor. Biz onu şöyle algılıyoruz; Her zaman olduğun gibi ol. Böyle bir şey var mı? Ben arkadaşımla başkayım, çocuğumla başkayım, anamla, teyzemle başkayım evimde sokakta başkayım. Benim kendi tasavvuflarım olmalı. Benim gizim olmalı bu yoksa ben benden bahsedemem. Benim her şeyim biliniyor çözülmüşüm düşünsene. Ama bu sözde anlatılan o değil ki; erdemli olmak, doğru olmak, dürüst olmak..
- Seyit Rıza’nın; “Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim bu bana dert oldu ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim bu da size dert olsun” dedi… Senin derdin ne Mazlum?
“Bir derdim var bin dermana değişmem der” Şah Hatayi.
Benim derdim şimdiye kadar konuştuklarımızın toplamı. Bir kere yaşadığım coğrafyada insan onuruna yaraşır bir yaşam sürecine erişebilecek miyim, erişemeyecek miyim? En büyük derdim bu. Herkesin kendi muradıyla yaşadığı, herkesin karşı dünyasında, karşı dünyasını kurarak ama dünyaları çoğaltarak yaşadığı bir ülke olmaktan bahsediyorum. Benim en büyük derdim bu. Düşünebiliyor musun 18 yaşında bir arkadaşımız olsun aramızda Tayyip Erdoğan’dan başka bir şey görmedi. Böyle bir dert var mesala… Gitsin gitmesin meselesi değil. Ben birçok insan gördüm ama o tek bir insan görüyor eksik bu anlamda. Bu coğrafyada bir arada gökkuşağı oluşturacak mıyız bir arada durabilecek miyiz benim derdim bu…