Ve evet değişmediklerimiz, bir anlamda değiştiremediklerimiz anlamına gelir. Şükrü Erbaş bu durumu bir dizesinde şöyle dillendirir:
“Bunalıyoruz çocuk bunalıyoruz, biçim veremediğimiz şeylerin biçimini alıyoruz.”
Evet, biraz mesele budur, bireyin kendisinde yarat-a-madığı değişiminin yanında, bir zihniyeti oturtmadan o acemilikle giriştiği değiştirmek uğraşı, bir yerden sonra güç getiremeyeceğini görünce de benzeşme kaçınılmaz oluyor. Zira kendince bir dönüşüm içermiyor, bu bireyin biraz açmazları iken heba edilen bir emeğe de karşılık gelir. Ve mesele buyken, hep birileri tarafından iç edilen emekten formülleştirmeler yapan birey, ya koşullardan ya zamandan ya da insanlardan şikâyet edecektir. Problemi kendisinde görmeyen birey, problemin kangrenleşmesinin yanında bir yerden sonra özgüvenini, inancını dahi yitirmeye başlar. Ve bir zamandan sonra problemleri üstesinden gelemeyen birey; yaratamayacak, öyle ki üretemeyecektir.
Üretemeyen beynin kendisi, bir problem iken, sorunsallıklar silsilesi artık kaçınılmazdır. Öyle ki karşıt diye durduğu ne varsa karşıtına dönüşüme kadar giden bir yol izlemektedir. Zira kişinin kendisinde yaşadığı kaos, bir lahza olarak ele alırsak, kaos aralığına denk gelir, bu aralıkta hangisi ağır basarsa onunla çıkışı bulacaktır. Doğrusu burada önemli olan çoğu kutsal söylencelere konu olan ve Zerdüşt’ün “Kendini bil” buyruğu yerine getirilmemişse ya da en azından bunun uğraşına girişilmemişse, kendini bilmeyen birey, kendine zıt bir yönde karşıtına dönüşen bireyle çıkışı sağlayacaktır, çünkü kendisi olmayı beceremeyecektir. Ve hâlbuki bir anlamda hakikatin kendisi olduğu gerçeğini, Epiktetos şöyle tasvir etmişti: Her-kesin bir anlamda kendi tanrısı olduğunu iddia ederken, sevabı da günahı da kendi elleri yaratırken, cezasını da ödülünü aynı ellerin belirlediğini söylemiştir. Hal buyken metafiziksel bakmışken, biraz şunu da açmak gerektiğini hissediyorum, “problemin cevabını dışta aramak” ya da çoğumuzun bir anlamda ilk felsefeyle tanışıklığını sağlayan Sofie’nin Dünyası adlı kitapta Sofie’nin, karanlıkta kaybettiği anahtarını aydınlık olan yerde araması gibi, bir beyhude çaba açıkça göze çarpar. Ve bunu çokça metafiziksel düşünen Ortadoğu insanı için tamamen bir yaşam tarzı olmuşken, dışta araması bir anlamda şiddete dönüşmesiyle an meselesidir.
Yıllar önce çekilen Yeditepe İstanbul dizisinde, o süreçte çevrecilik Türkiye’de yeni yeni bir eylemselleşme hali alırken, sokakta bir üniversiteli elinde, çevre mücadelesini anlatan gazeteyi satmaya çalışmaktadır, “Bu gezegen için ne yaptın, al bu dergiyi ve bu gezegen için bir şey yap” diyerek herkese zorla satmaya çalışırken, sokaktan geçen 80 darbesinde hapis yatan Ali’nin cevabı şu olacaktır: “Dediklerin haklı fakat bunu dile getirişin de o kadar ahlaklı olmalıydı, yani bizi zorla mı değiştireceksiniz?”
Meseleyi pratiksel anlamda açarsak, Diyarbakır’da birkaç sene önce bir panelde geçen bir meseledir, Murray Boockhin’in ortaya attığı Toplumsal Ekoloji’nin felsefesi tartışılmaktadır, hal buyken giriş olarak sistem eleştirisi elzem olmasını bilen panelist bu anlamda analizini yapar, sonrasında gıda krizinden iklim değişikliğine ve bütünüyle ekolojik kriz tartışmasına giderken, soru sorma kısmına gelir mesele; panele katılanlardan biri sözü alır ve şunları dile getirecektir: “İyi güzel de hep sistem diyoruz ve sonucu da bu kadar açıkken Kapitalist Modernite neden büyür?” Herkes haliyle çokça doğru sebep sıralar oysaki soruyu soran, cevabın yarısını da içinde taşır gerçeğiyle beraber şunları dile getirir: “Bunlar doğru da bir anlamda bizim konformist olmamızdan da değil midir?”
Hal buyken yani değişmek, dönüşmek ve zihniyet yaratımı adına yorulmuyoruz, eylemiyoruz bir anlamda rahatımızı bozmuyoruz. Evet, yeni bir dünyadan bahsediyoruz, ama tüketmekten geri durmuyoruz, toplumsallaşmadan bahsederken gitgide bireyselleşmemiz, yalnızlaşmamız öyle ki elitleşmemiz ya da kadının esaretinin bunca farkındalığına karşın evde ataerkil damarı kabaran hallerimizden, dile pelesenk olan cümlelerimize kadar ya da çok açık bir örnekle gıda krizi var diyoruz fakat bir sarımsak dahi nasıl ekiliyor bilmiyor veya nasır tutmamış ellerimiz, kentleşmeyi bu yönlü eleştirirken tek gözlü evlere sığmıyoruz 3+1 evler alıyor, bir ömür kredi taksitleri ödüyor ve onun için çalışırız ya sonra ilk çıkan telefonlara koşar adım olan ayaklarımıza ne demeli ya da…