AKP’nin eski Türkiye dediği, bizim birisi yitsin diğeri bulunmasın dediğimiz eski rejim zamanında, Kürtlük ve Kürtçe her bakımdan yasaktı. Öyle ki, Süleyman Demirel 90’larda, “Kürt realitesini tanıyoruz” dediğinde, olumlu ve olumsuz yorumlardan dolayı yer yerinden oynamıştı. Türkiye tarihine 90’lar diye geçen, Tansu Çiller ve Ağar, Kozakçıoğlu, Menzir, Küçük vb… kriminal devlet görevlilerinden oluşan avanesi ve bunların daha aşağıdaki güvenlik ve hukuk bürokrasisi çalışanları Kürt ve Kürtçeyi çağrıştıran her şeye sonuna kadar düşmanlardı.
Adına çözüm süreci denilen, AKP üzerinden TC’nin havanda su dövdüğü, hiçbir şeyi hukuki zemine oturtmaya yanaşmadığı süreci bir kenara bırakırsak, Yeni Türkiye denilen süreçte de aslında temelli bir değişiklik yoktur. M. Ağar, K. Eken, A. Çakıcı, E. Alan’ın Bodrum’da birlikte çektirdikleri fotoğraftan bitpazarına nur yağdığı anlaşılıyor. Kürdün sözü, siyasi talebi, ticari girişimleri (en son Kars kooperatifi bunun örneğidir) şöyle dursun, eskiden “en iyi Kürt ölü Kürt” denilirken, şimdilerde Kürdün ölüsüne, mezarına, mezar taşına bile tahammül edilemiyor.
Peki, bir yanda İstanbul Belediyesi’nin salonunda sahnelenecekken yasaklanan Kürtçe tiyatro oyunu, diğer yanda TRT Şeş nasıl oluyor? Etrafı çitlerle çevrilmiş, devletin tam denetiminde, “Kürt kardeşlerimiz” edebiyatını temellendirmek, dışarıya karşı “bizde Kürtçe TV kanalı bile var” demek için oluyor böyle şeyler. Meclis TV’de sansürlenen “bilinmeyen dil” Kürtçe, TRT Şeş’te Kürde Türklük propagandası yapmak için serbest bırakılıyor. “Anadilinizi evinizde konuşun” diyen demokrat taklidi yapan ırkçıların fikrine uygun olarak Kürtçe konuşmak için belirlenmiş alanlar gösteriliyor.
Türkiye’nin her yerinden, Kürtçe konuşanlara, Ahmet Kaya dinleyenlere saldırı haberleri gelirken, diğer yanda devletin resmi bir Kürt(lük) alanı inşa etme çabası sürüyor.
Devlet eliyle inşa edilen ve Mehmet Metiner, Altan Tan gibi isimlerde mücessem bu öznellik de aslında rahat, geniş bir alan değil; yalnızca Saray için makbul olan Kürtleri tanıyoruz, “Kürt kardeşlerimiz” diyebilmek için oynanan piyesin figüranları olabiliyorlar sadece. Gerçekte olan ise; Afrin’e giren TSK ve ÖSO’nun ilk olarak Demirci Kava heykelini yıkması, ikinci olarak da Afrin Hastanesi’nin Kürtçe tabelasını sökerek yerine Türkçe-Arapça tabela asmasıdır. Tamamı Kürt olan Afrin’de Kürtçe eğitimin yasaklanması “Kürt kardeşlerimize” reva görüleni açıkça ortaya seriyor.
T. Mitchell, “Mısır’ın Kolonize Edilmesi” isimli çalışmasına, Avrupa’da 19. yüzyılın sonunda yapılmış olan bir Mısır sergisi ile başlar. 1889 yılında, Paris’te oryantalistler tarafından düzenlenen bir fuara katılan dört Mısırlı, fuarda Mısır’ı temsilen yapılan sokakta, Mısır’ı temsil etmek üzere bulunmaktadırlar, fakat diğer fuar sokaklarından farklı olarak, Mısır’ın temsili sokakları kirlidir, kaldırımlar geometrik değildir, Mısır pavyonu fuarın en sonunda, rüzgarlı bir yokuşun başındadır ve hepsinden önemlisi, Mısır pavyonunun sokağında birkaç eşek, gelen ziyaretçileri 1 franka yokuş aşağı-yukarı gezdirmektedir…
E. Said, ölümsüz çalışması Şarkiyatçılık‘ta, Avrupalı emperyalistlerin otantizm yaratma merakına değindiği, Şarklının Temsiliyetleri bölümünde, sömürgeciliği iktisadi ilişkiler ve bundan daha ziyade, temsiliyet alanı, biçimleri ve öznellikleri yaratma olarak ortaya koyar. Sömürgecilik ilişkilerine gerekli olan, sömürülenin sömürülmeye muhtaç olduğu fikrini besleyen temsiliyetler, belirli düzenekler, belirli iktidar söylemleri içerisinde konumuz bağlamında, elbette asıl Kürdün/Kürtlüğün ne olduğunu, olması gerektiğini işaret edecek otantik bir öznellik yaratma çabasıdır.
Tekrar konumuza dönersek, devlet ehlileştirilmiş, tecrit edilmiş bir Kürtlük, Hititçe vb. gibi güncelliğini ve toplumsallığını yitirmiş Kürtçe kurguluyor. Dilin en temel varoluş ve direniş aygıtı olduğunun bilincinde olan bir Türk olarak Kürt “kardeşlerimin” dilini koruma mücadelesine saygı duyuyorum. Diz çökmeyenlere, diş ile tırnak ile dil ile direnenlere serkeftin diyorum.