En temel insan hakkı olan yaşam hakkını savunmak eğer egemenlerin çıkarıyla çelişiyorsa, “Evet, suçtur!”
Bu nedenle “sonuçları itibariyle yaşam hakkını ihlal eden savaşlara, katliamlara, doğa kıyımlarına, kadın cinayetlerine, iş cinayetlerine, toplum sağlığını hiçe sayanlara karşı yürütülen tüm mücadeleler”, egemenlerin yasalarında “suç” olarak kabul edilir. Bu “suç”un yaptırımının olup olmayacağı ya da yaptırımın ne olacağı sınıflar arası güç dengelerine göre belirlenir.
“İş cinayetlerini anladık da, diğerlerinin sınıfla ne ilişkisi var?” sorusu akıllara gelebilir. Kısaca açmaya çalışalım:
Kapitalizmle birlikte ilkel birikimin “el koyularak” sağlandığı süreçte, geniş halk kesimleri hızla mülksüzleştirildi, üretim araçlarından uzaklaştırıldı ve emek güçlerini satmak zorunda bırakıldı. 18. yüzyıl sonlarında sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte emeğinden başka geçim kaynağı olmayan milyonlarca insan son derece kötü koşullarda çalışmak zorunda kaldı, aileleriyle birlikte sefalete sürüklendi. Tablo gittikçe korkunçlaştı: Küçük yaşta madenlerde çalıştırılan çocuklar 13-14 yaşlarını göremeden yaşamlarını yitirmekte; günde 17-18 saat çalıştırılan kadın ve erkek işçiler ya iş kazaları ya da yetersiz beslenme, kötü yaşam koşulları nedeniyle erken yaşta ölmekteydi. Çalışacak bir iş bulamayanların payına ise açlıktan ölmek düşüyordu. Yani patronlar daha çok kazansın, kapitalizm varlığını sürdürebilsin diye emekçiler ya çalışırken ya da açlıktan ölüme mahkum edilmekteydi.
19. yüzyılda yükselen işçi sınıfı mücadeleleri, yaşam hakkını ortadan kaldıran bu koşullara tepki olarak ortaya çıktı. Özü yaşam hakkına dayanan sınıf mücadelesi, önceleri işsizliğin nedeni olduğu düşünülen makineleri kırmayı amaç edinirken (Ludizm) daha sonra tepkiler patronlara yöneldi. Ancak patronlara karşı girişilen her hak arayışında karşılarında devletin kanunlarını ve kolluk gücünü bulan emekçilerin mücadelesi, politik hedeflere yöneldi. Komünist Manifesto ve bilimsel sosyalizmin ışığında yaşam hakkını esas alarak ortaya çıkan sınıf mücadelesi “devrimci” bir perspektife büründü.
20. yüzyıl ikinci yarısında devrimci perspektifle yürütülen sınıf mücadelesi, “yaşam hakkı başta olmak üzere eşit yurttaşlık gibi temel insan haklarının yaygınlaşmasını sağladı, çalışma standartları ve sosyal haklar konusunda önemli ilerlemeler” kaydedilmesine olanak sağladı. Bu dönemde sınıf mücadeleleriyle beraber sınıflar arasında görece güç dengesinin sağlanması, kapitalizmin ortaya çıkardığı sorunlar karşısında kadın hakları, savaş karşıtlığı, köleliğe ve sömürgeciliğe karşı hareketlerin de ortaya çıkmasına, güçlenmesine ve bu alanlarda kimi hakların elde edilmesine de vesile oldu (söz konusu dönemde çevre bilinci oluşmadığı için doğa tahribatına karşı mücadeleler henüz yoktu).
İşte bu nedenle sınıflar arasında güç dengesinin oluşması, sadece işçi sınıfının ekonomik ve sosyal hakları için değil genel anlamda demokrasinin gelişmesinde önemli bir işlev üstlendi. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sınıf mücadelelerinin zayıflaması, demokrasinin zaafa uğramasına ve yaşam hakkını da içeren tüm haklarda gerilemeye neden oldu.
Günümüzde, sadece Türkiye’de değil dünyanın hemen tümünde sınıflar arası güç dengesi, emekçiler aleyhine bozulmuştur. Demokrasi ve yaşam hakkı başta olmak üzere insan hakları ve sosyal haklar çerçevesinde değerlendirilebilecek tüm haklar ortadan kaldırılmak istenmektedir. Buna karşı yürütülen en barışçıl eylemler dahi “suç” olarak nitelenmekte ve en ağır biçimde cezalandırılmak istenmektedir.
Pandemi sürecinde gerçekleri ortaya koyan TTB ve onun yeni seçilen başkanı Şebnem Korur Fincancı’ya yönelik devletin en başındakilerin yönelttiği suçlamalar, tehditler; İSİG Meclis’in 7 ayını dolduran pandemi sürecinde yaşam hakkı ihlal edilerek çalışmak zorunda bırakılan en az 294 işçinin yaşamını yitirdiğini duyuran açıklamasına yönelik polis saldırısı ve gözaltılar bunun son örnekleridir. Yine doğa katliamlarına, kadın cinayetlerine, yerel yönetimlere kayyum atamalarına ve benzeri demokratik taleplerle yapılan eylemlere yönelik şiddeti de bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.
200 yıl önce olduğu gibi bugün de yaşam hakkını savunmak, egemenlerin çıkarlarına aykırı olduğu noktada en ağır “suç”tur. Yaşam hakkının suç olmaktan çıkartılmasının yolunun sınıf mücadelesini yükseltmekten geçtiğini tarih göstermiştir.
Sınıf mücadelesini, bir avuç sendikalı işçinin ekonomik hak mücadelesine indirgemek büyük bir hatadır. Sınıfsal bir perspektifte ele alındığında tüm toplumsal mücadeleler, esası yaşam hakkına dayanan ve her alanda egemenlere karşı demokratik hak mücadelesi olan tepkilerin temelini oluşturur. Aksi durumda hiçbir toplumsal hareketin, halk desteğine ne kadar sahip olursa olsun, başarı şansı olmayacaktır.