1950’li yıllar Batı dünyasında akademinin kara çağıydı. Soğuk savaş, eleştirel düşünceyi suç sayan iktidarların oluşmasına zemin hazırlamış, ABD başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesi, sol düşünceyi “anti-komünizm” gerekçesiyle yasaklamıştı. O koşullarda, özellikle ABD’de sosyal bilimlere ve özellikle de iktisat bilimine Şikago ekolü namlı bir gerici kapitalist elit hakim olmuştu.
Şikago ekolünün kalkınma ekonomisi alanındaki yansıması “modernleşme teorisi” idi. Buna göre, ABD’nin ekonomik ve siyasal sistemi, “gelişmekte olan ülkeler” için kendi geleceklerini gösteren bir ayna idi. Her ülke bu ayna karşısında kendine çeki düzen verecek, gelişme hedeflerini belirleyecekti. ABD dümensuyunda gidildiği sürece, ekonomik gelişme ve siyasal liberalleşme kaçınılmazdı. Yaşanan tarih, bunun aksinin geçerli olduğunun kanıtıydı oysa. Dünya kapitalizmi ile barışık biçimde gelişmeye çalışan ülkeler, ekonomik anlamda sürekli yerinde sayıyor, siyasal anlamda ise sürekli faşizan otoriter rejimlerle yönetiliyordu. Dahası bu siyasal yapılar, ABD başta olmak üzere Batı tarafından desteklenmekteydi.
İşte “Bağımlılık Okulu” bu koşullar altında Batı akademisinde gelişti. Dünya kapitalist sistemi içindeki eşitsizlikleri ve bu eşitsizliklerin bağımlılık ağları ile sürekli yeniden üretilmekte olduğunu gösterdi. Aslında döngü, ekonomik gelişme ya da demokratikleşme yönünde değil, ekonomik anlamda azgelişmişliğin, bağımlılığın ve eşitsizliğin, siyasal anlamda da otoriter iktidarların ve faşizan rejimlerin yeniden üretimi idi. Sosyal bilimler, Batı akademisi içinde hapsedilmiş oldukları kapitalist/emperyalist hizmet alanına, “bağımlılık teorisi” ile isyan ediyordu. Ama Samir Amin olmasa “Bağımlılık Teorisi”, muhtemelen Latin Amerika ülkelerine özgü bir yerel analiz olarak kalırdı.
Paul Baran ve Andre Gunder Frank, teoriyi oluştururken Orta ve Güney Amerika ülkelerinin trajedisinden, modernleşme ekolünün geri bırakılmış güney ülkelerine yönelik ekonomik sömürüsünün ve buna eşlik eden ideolojik ve siyasal manipülasyonun teşhirinden öte verilere dayanmıyorlardı. Mısır kökenli iktisatçı Amin, 1970’de yayımlanan “Dünya Ölçeğinde Birikim” kitabında dünyanın “periferisini” bir bütün olarak, Ortadoğu, Afrika ve Asya’yı da kapsayacak şekilde bağımlılık paradigmasıyla açıklayan bir bakış açısı sundu; bunu Lenin ve Troçki’nin “eşitsiz gelişme” tezine bağladı ve ufkumuzu genişletti.
Böylelikle biz “gelişmekte olan” ülkelerin halkları, Frantz Fanon’un deyişiyle “dünyanın lanetlileri”; din, dil, ırk, coğrafya, vb. farklılıkların ötesinde, ortak bir payda ya da ortak bir kader temelinde benzerliğimizi anladık; egemenlerin aynası yerine birbirimizin yüzüne bakmayı, dayanışmayı öğrendik. Tabi ki Amin bu bakış açısına yalnızca kuramsal kaynaklardan ulaşmadı. Arjantinli devrimci Che Guevara, Küba devriminin hemen ardından Afrika’ya, Angola’ya gidiyor ve oradaki faşist diktatörlüğün yıkılması için Afrikalı devrimcilerin safında çarpışıyordu.
Bu esnada ABD işgaline karşı destan yazan Vietnam halkını anarak “Bir iki üç daha fazla Vietnam” sloganını dillerimize aktarmayı da ihmal etmeyecekti. İşte Amin, Che gibi bir devrimcinin duyarlılığı ile bilimsel yöntemi birleştirerek oluşturdu kendi “bağımlılık teorisi” versiyonunu. Okundu, tartışıldı ve birçok araştırma yapıldı özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu üzerine, onun perspektifinden. Magrip topraklarının çocuğu Samir Amin için dünya ölçeğinde eşitsizliğe karşı mücadele, bir teorik sorun olmanın ötesinde bir varoluş meselesiydi. Samir Amin, ilerleyen yıllarda, küresel kapitalizm çerçevesinde yükselme kaydeden siyasal İslam’ın karakteri üzerine de önemli saptamalarda bulundu.
Ona göre siyasal İslam temel meselelerde gericidir (örneğin kadının toplumsal konumu), gayrımüslim topluluklara karşı hoşgörüsüz ve fanatiktir; ama daha önemlisi, ve bunların temeli olarak özel mülkiyetin kutsallığını savunur ve kapitalist yapıların öngördüğü bütün eşitsizlikleri meşrulaştırır. Siyasal İslam’ın yükselişi, periferinin ezilen sınıflarına sömürüye karşı bir mücadele kılavuzu olmak yerine kapitalizm ve emperyalizm ile ittifak halinde, onları meşrulaştıran bir ideolojik operasyon olmuştur. Bu haftaki kaybımız, Ortadoğu, Afrika ve Asya’yı küresel kapitalizm çerçevesinde kavramamızı sağlayan bir bilge düşünürden öte aslında… 1960’ların akademik başkaldırısı, özellikle de bağımlılık okulu, akademiyi ezilen ve yoksul halkların hakkı için yeniden canlandırmanın umudunu yeşertmişti. İşte Samir Amin şahsında yitirdiğimiz, bu devrimci rüzgarın son esintilerinden biri, Ortadoğu ve Afrika kaynaklı rüzgarların ise en güçlüsüdür. Yerini, bilge öğrencileri doldursun; bütün dileğimiz.