Alexis de Tocqueville, yetişkin hayatının çoğunu Fransız İhtilali’nin içinde düşmüş aristokrasinin son temsilcilerinden biri olarak yaşadı. Birçok benzeri şahsiyetin aksine pathos ile “memleket elden gidiyor” nostaljisi içinde debelenmek yerine yaşanan siyasal devrimin ekonomik, sosyolojik ve kültürel boyutlarını ve dinamiklerini gözlem ve analiz çabası içine girdi. Siyasal liberalizmin atası unvanına ilaveten modern zamanların akademik dünyasında, hem siyaset bilim ve hem de sosyoloji disiplinlerinin belli başlı kurucu isimlerinden biri olarak tarihe geçti.
Tocqueville’in siyasal/toplumsal dönüşüm ve modernleşme analizi sonucunda ulaştığı fikirler eserinin en değerli kısmını oluşturur. Ama onun kendi deyişiyle “eski rejimin” bir mensubu olarak dönüşüm karşısında aldığı tavır, içinde yaşadığımız zaman için öğretici olabilir. Cumhuriyet rejiminin yüz yıla yakın tarihinde toplumsal doku ile savaş içinde olduğu gözlemiyle başlanabilir. Devlet emriyle “medenileşme” projesi belli sonuçlar doğurmuş olmakla birlikte toplumun çoğunluğu tarafından kabul görmemiş, bunun siyasal sonuçları 1950’deki ilk demokratik seçimlerden itibaren kendini “cumhuriyet oligarşisi” karşısında konumlandıran popülist sağ hükümetler silsilesi olarak tezahür etmiştir.
“Cumhuriyet oligarşisi” ile toplumun siyasal yönelimleri arasındaki savaşta, AKP hükümeti dönemini takip eden Saray ya da Erdoğan rejimi altında bir mütareke dönemine girildiği anlaşılıyor. Kabaca başkanlık sistemine geçişe kadarki dönemi AKP hükümeti, sonrasını ise Saray ya da Erdoğan rejimi olarak adlandırmak, yaşanan dönüşümü algılamak açısından anlamlı olacaktır. On beş yıla yakın bir süre devam eden AKP hükümeti, esas olarak devlet yapısına ve güçlerine karşı Fethullah Gülen cemaatinin de çabalarıyla hükümet olmak yanında iktidar da olmak amacıyla bir mücadele vermiştir. Devletin temel şiddet aygıtı olan Genelkurmay’ın Ergenekon ve Balyoz davaları ile tasfiyesi tamamlandığında Gülen cemaatinin de, onunla birlikte AKP’nin de tasfiye zamanı gelmiş bulunuyordu. Mütareke koşulu olarak getirilen başkanlık sistemi ile birlikte başka bir devlet ve düzen kurulmaya başlandığı anlaşılıyor. Bu yeni düzenin ideolojik, siyasal ve ekonomik dinamikleri de ortaya çıkmış bulunuyor.
TÜSİAD örgütlenmesinde ifadesini bulan, devletçi altyapı üzerinde hareket etmekle birlikte siyaseten bağımsız hatta siyaset üzerinde belirleyici bir büyük burjuvazi yerine siyasal erkin geliştirdiği ya da desteklediği yatırım projeleri etrafında biçimlenen güdümlü bir burjuvazinin yükselişi görülüyor. Bu düzenlemeci ekonominin, neoliberal küresel düzen gereği yabancı sermaye hegemonyası altında hareket etmesi zorunlu; çünkü dış yatırım ve dış ticaret, ekonomik düzenin can damarlarını oluşturuyor. Bu nedenle işgücünün ucuz tutulması hayati bir prensip. Sendikalara ve meslek örgütlenmelerine karşı aslında 12 Eylül darbesinden bu yana yürütülen sistematik saldırının Erdoğan rejimi altında zirve yapması böyle izah edilebilir.
İdeolojik düzeyde etkisini tamamen kaybettiği gözlenen Kemalist laikçilik, güçlü bir İslam-Türk sentezi ile ikame edilmiş bulunuyor. Bu ideolojik geçişin siyaset düzeyindeki karşılığı ise devlet ve hükümet arasında cumhuriyet tarihi boyunca gözlenen farklılığın kapanması. Bütün iktidarın saray çatısı altında toplanmasında sembolize olan bu kapanmanın gözlenebilir bir sonucu, Ergenekoncu derin devlet unsurlarının özellikle 15 Temmuz vakasından bu yana Erdoğan’la birlikte hareket etmesidir. AKP iktidarı ile yürütülen barış sürecinin saray rejimi tarafından durdurulması ve Kürt siyasetine karşı yoğun bir sistematik saldırıya dönüşmesinin, derin devlet ile İslamcı hükümet arasındaki antlaşmanın birinci şartı olduğu anlaşılıyor. Karşılığında cumhuriyet oligarşisinin karakterini belirleyen laikçilik prensibi feda edilmiş, bakanlık bürokrasileri devletin geleneksel düşmanı olarak gördüğü tarikatlar tarafından işgal edilmiştir.
Antlaşmanın bir başka koşulu ise, Türkiye’yi saldırgan bir bölgesel güç halinde yeniden tanımlamak olmuştur. Derin devlet unsurları; Suriye, Libya, Doğu Akdeniz, Ege ve son dönemde güney Kafkasya bölgelerine yönelik agresif müdahalelerden kendilerince milliyetçi doyum sağlarken, Erdoğan ve çevresi de aynı olgulardan “Halifelik” ya da “İslam dünyasına liderlik” gibi hedefler tahayyül edebilmektedir.
Bu tespitleri yapmak, Tocqueville örneğini takip ederek yaşanan dönüşümün normatif değerlerden bağımsız bir analizi içinde mümkün görünüyor. Düşmüş aristokrasi misali “güzelim memleket elden gitti” pathosu içinde debelenmek yerine bu gözlemler üzerinden fikir geliştirmek, zamanımızın doğru bir portresini oluşturmanın önkoşulu.