2012’de yürütülen kampanyalar etkili olup serbest brakıldığımda, gazeteci olarak en sevindiğim şeylerden biri hem Nasturi diyarı Çölemerk’i, onların Vatikan’ı Berçalan yaylasındaki Koçanis’i ziyaret etmek olmuştu.
Kendi kendime takılmıştım, “artık Nasturi hacısı da oldun” diye. Bir yandan da, gazeteci olarak, barış sürecinde gerillanın geri çekilmesini takip ediyordum. Böylece onlarla röportaj yapma olanağımız da oluşmuştu.
Muhteşem yayla şenlikleri yapılıyordu. O sayede, en şiddetli çatışmaların geçtiği Kazan Deresi’nden geçebildim.
Orada da, bir Êzidî türbesini ziyaret edebildim. Bir zamanlar Nasturi Tiyeri aşireti yaşardı orada.
Cilo dağlarına yönelirken, az kilise harabesinden geçmedik. Daha yukarılarda, çeşitli vadilerde onlarca kilise kalıntısı var diyordu, Êzidî kökenli Kürt dili uzmanı rehberimiz.
1969’da Zap’a köprü yapmak üzere gittiğimiz sırada, Çukurca’ya gidememiş olmak, içimde ukde olarak kalmıştı. Onu da tamamladım bu sayede. Çukurca hep izole, daha sonra da kapalı bölge olarak kalmıştır. Yine serbest kaldıktan sonra, en sevindiğim olaylardan biri, gazeteci olarak Karabağ/Arstagh Cumhuriyeti’ne gitme olanağım olmuştu.
1999 yılında Üniversite ve Bilimler Akademisi’nde konferans vermek üzere gittiğim Erivan’da bu yeni genç cumhuriyetin konsolosluğunu ziyaret edip, vize almıştım. Ama o sıralarda kara yolu sorunluydu. Tek olanak helikopterdi. Onu da ayarlayamadım.
O sırada cumhurbaşkanı, daha önceki Der Petrosyan gibi Arstagh’lıydı. Hani bizde, KTC liderlerinden birinin TC C. Başkanı olması gibi bir şey. Zavallı Kıbrıs Türkleri, bir TC Başkanı çıkaramadılar! Nagorna Karabağ 3 tane çıkardı!
Ama 2012 yılında serbest bırakıldıktan sonra, içimdeki bu ukdeyi giderebildim ve ünlü Nagorna Karabağ Cumhuriyeti’ne gidebildim. Bu sefer sorunsuz kara yoluyla. Vizeyi sınırdaki kontrol noktasından alabildim.
Stepanakert’e gittiğimde 1999’da vize aldığım Türkolog konsolosu, bu kez Dışişleri Bakanı olarak görmez miyim? Nagorna Karabağ’a aşık oldum diyebilirim, aynı Hakkari yöresi gibi. Üç ayrı mevsime ayrı ayrı yörelerde tanık oldum.
Sihirli, büyülü bir çoğrafya.
Bu arada Laçin’den de geçtim. Hey gidi Kızıl Kürdistan dedim kendi kendime. Bir zamanlar Ekim Devrimi’nin kendi kaderini hakkını tanıması, küçük halklara özerklik vermesi sayesinde Kızıl Kürdistan da oluşmuştu.
5 parça falan söylemini tutmuyorum. Ama Kürdistan adının resmen kabulü gibi bir şeydi bu. Azeriler ile Ermeniler arasında bir tampon sanki. Azeriler de buna gıcık olmuştu. İptal ettirmeyi başardılar sonunda.
Nagorna Karabağ’ın güneyinde geniş düzlük bir alanda boş Azeri köyleri hüzün verdi bana. Buralar gelecekteki barış sürecinde geri verilmek üzere elde tutuluyor. Keşke barış gelse, Laçin Kürtleri geri dönse, bir statüleri olsa.
Aynı TC’nin Kıbrıs’ta Maraş hayalet kentini ve bölgesini elde tutması gibi.
Ermenistan hiç olmazsa, uluslararası hukuka daha saygılı, Arstagh Cumhuriyeti’ni resmen tanımıyor, barışçıl çözüm sağlanana kadar. Biz ise kurtardığımız, çoğu latin kökenli Kıbrıs Türklerini bıktırmayı başardık, iskana açtık, Kıbrıs Türk’ünü yine azınlık yapmayı başardık. Düşünün Kürt bile yerleştirdik.
1999 23 Nisan Çocuk Bayramı değil, Dünya Kitap Günü’ne davetli olan Ayşe Nur pasaport verilmediği için, onun yerine ben gitmiştim Bremen kentine. Oranın yakınında Wopswede sanatçı kolonisini yeniden ziyaret etme olanağım olduğu için sevinçliydim. Büyük şair de oranın müdavimlerindendi.
Geçenlerde Stockholm’de Prens Eugen’in müzesinde Worpswede Sanat Kolonisi hakkında bir sergi olmuştu. Paula Medersohn-Better’in resimlerini hep sevmişimdir. Bu arada elbette, Vogeler’in resimlerine de baktım. Vogeler’in şimdi müze olan evini hatırladım. Vogeler, 1918 Alman Devriminin etkisi ile komünist olmuştu. Evini Kızıl Yardım Örgütü’ne vermişti. Orada içsavaş yetimi Rus/Ukrayna çocukları ağırlanmış tedavi olunmuştu. Bu arada sıkça gidip gelmiş, bu arda Kızıl Kürdistan’ı da ziyaret etmişti. Sanat alemine Kızıl Kürdistan’ı o yansıtmıştı. Elbette Bakü resimlerini de unutmayalım. Onlardan birini Gregor Sunny’nin “Bakü Komünü” kitabına kapak yapmıştım.
Naziler bu eve el koymasa olmazdı. Bir çok Alman sosyalisti gibi Vogeler de Sovyetlere sığındı.
Ve Vogeler’in yolu Kürtlerle, Pontoslularla, Süryanilerle Orta Asya’da buluştu yine, 2. Dünya Savaşında, “şüpheli” unsur olarak sürgün edilmişti.
Ve Vogeler savaş sırasında Orta Asya’da açlıktan öldü. Nereden nereye! Birbine uzak yollar nasıl kesişiyor bazen birbiri ile.