İktidar, ABD ile olan ihtilafın da katkısıyla, iktisadi buhranı milli bir kisveye büründermekte (şimdilik) başarılı olmuş görünüyor. Türkiye’nin bir ekonomik saldırıyla karşı karşıya olduğu iddiasının ana akım muhalefetçe de kabul edilmesi, iktidara, muhtemel toplumsal karşı çıkışları daha baştan soğurmak, hatta bir “ihanet” olarak yaftalamak imkânı veriyor.
Krizin ulusal bir anlam çerçevesine (“aynı gemideyiz”) sıkıştırılmasına seyirci kalmak, sosyal ve siyasal güç dengelerinde emeğiyle geçinenler aleyhine bir kaymanın kaçınılmaz hale gelmesi anlamını taşıyacak. İktidarın neden gerçek, tutarlı ya da yeterince Amerikan karşıtı veya antiemperyalist olamayacağına dair sol eleştirilerse maalesef bu hususta pek bir işe yaramıyor. Bu eleştiride elbette gerçek payı var; ancak iktidarın demagojisine karşı onunla bir “antiemperyalizm” yarışına girmek, iktidarın krizi bir “milli mesele”, Türkiye “gemisine” karşı yürütülen bir ekonomik savaş olduğu söylemini (tersinden) çoğaltmaktan başka bir şeye yaramıyor. İktidarın Türkiye gemisinde değil de ABD’nin gemisinde olduğunu iddia etmek, sınıflardan bağımsız bir ulusal gemi olduğu argümanını besliyor. Oysa mesele “Amerikan saldırısına” yanıt vermek değil ki, mesele sermayenin saldırısına karşı ne yanıt verileceği. Meselemiz iktidarın Amerika’ya karşı ne tepki koyacağı, bu tepkinin yeterli olup olmadığı değil, meselemiz emekçilerin toplu işten çıkarmalara ve ücret kesintilerine nasıl tepki koyacağı.
Bu noktada kısa bir hatırlatmada yarar var: Türkiye’de yaygın olan anlayışa göre emperyalizm sanki bazı bölge ve ülkelerin dışında olan ve onlara “dışardan” dayatılan bir güçtür. Buna göre emperyalizm, “milli bünyeye” dışardan saldıran ve onu hakimiyeti altına alan yabancı bir güçtür. Bu anlayış, toplumsal sınıfları ve sınıf mücadelesini esas almaz; onun öznesi ezen ve ezilen uluslardır. Antikapitalist vurgusu hayli zayıf olan bu “antiemperyalizm” biçimi, kendini sınıfsal temelde değil, ister istemez ulusal çıkarlar ekseninde tanımlar. Oysa emperyalizm dış mihraklarca dayatılan dışsal bir hakimiyet biçimi değildir; her kapitalist toplumsal formasyona zaten içkindir ve bu anlamda her kapitalist ülke emperyalist zincirin bir “halkasıdır”.
Herhangi bir kapitalist ülke emperyalistlere kölece boyun eğen işbirlikçilerce (taşeronlarca) yönetildiği için değil, emperyalist sistemin doğrudan bir parçası olduğu için bu ilişki içseldir. Emperyalizm, gelişiminin belirli bir aşamasındaki kapitalizmden başka bir şey değildir. Yani, kapitalizmin belirli bir sömürü ve hakimiyet sisteminin ulusal düzeydeki çekirdek biçimi, emperyalizmin ise bu çekirdeği uluslararası düzeyde tamamlayan askeri ve siyasal biçimler olduğu şeklindeki tanımlama yanlıştır. Buharin ya da Lenin’in kapitalist üretim tarzının özgül bir aşaması olarak emperyalizm analizi, sermaye birikiminin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, sermaye ihracı, tekelleşme gibi iktisadi-toplumsal süreçleri esas alır. Bu analiz çerçevesinde emperyalizm bir dünya sistemidir. Emperyalizm ile azgelişmiş ülkeleri iki karşıt kutupmuşçasına birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Emperyalizm hiyerarşik bir dünya sistemidir, ancak öğeleri arasında yer değiştirmeler, yeni sermaye birikim merkezlerinin temayüz etmesi her zaman mümkündür.
Baki olan sistemin hiyerarşik ve eşitsiz doğasıdır. Dolayısıyla antiemperyalizm, küresel ölçekteki sömürü ve hakimiyet ilişkilerine ve esas olarak da bu küresel ölçekteki sömürü ilişkilerinin bir halkası olan ulusal kapitalizme karşı verilen mücadeledir. Kriz zamanında işin abc’sini hatırlamakta yarar var. Sosyalist siyasanın öznesi Türkiye ya da başka bir ülke değildir. Yani iştigal sahamız Türkiye’nin çıkarları, Türkiye’nin bağımsızlığı vs. değildir. Eskilerin deyimiyle “sosyalizm mesleğinin” istinat noktası, işçi sınıfının çıkarları, işçi sınıfının bağımsızlığıdır. Bu hususta karışıklık, sınıfa değil de ulusal toplama vurgu, krizin “sınıfsızlaştırılmasında” istemeden de olsa iktidara omuz vermek anlamına gelecektir.