Emperyalist cephenin Çin Halk Cumhuriyeti’ne (ÇHC) yönelik saldırgan tutumu ve ÇHC’nde Komünist Partisi’nin iktidarda oluşu, bilhassa komünistleri ÇHC’ni eleştirel değerlendirmeye tabi tutmalarını engellememeli. Çünkü böylesine eleştirel bir değerlendirme emperyalist-kapitalist dünya düzenini anlamamıza ve uluslararası arenadaki güncel gelişmelerin arka planını görmemize yardımcı olacaktır. Bunun içinse önce ÇHC’nin sosyalist bir ülke olup olmadığını irdelememiz gerekir.
Sosyalizm ve kapitalizm özünde belirli bir üretim tarzının ifadesidirler. Kapitalizmin ne olduğunu en iyi Karl Marx’dan öğrendik: Kısaca, kapitalizmin merkezinde iş gücü, yani emek sömürüsü ile üretimin toplumsal örgütlenmesini gerçekleştiren ve üretilen zenginliği gasp ederek biriktiren sermaye durmaktadır. Sermaye ise, üretim araçlarına sahip olan burjuvazinin mülkiyetindedir ve kapitalizmde burjuvazi egemen sınıftır. Anladığımız biçimde ve tarihsel örneklerinde gördüğümüz gibi, sosyalizmde de üretim toplumsal olarak örgütlenir. Ancak üretim araçları üzerindeki mülkiyet toplumsaldır ve özel sermaye birikimi ile emek sömürüsüne yarayan bir istihdam piyasası yoktur.
Bu kısa anımsatmayla ÇHC’ne baktığımızda, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin henüz büyük ölçüde kamusal olduğunu görmekteyiz. Genel olarak toprak da özel mülkiyette değildir, ama 1970’li yılların sonunda gerçekleştirilen “reformlar” sayesinde, kamu teşekküllerinden çok daha hızlı biçimde birikim gerçekleştiren özel sermaye büyümektedir. O açıdan ÇHC’nde gelişmiş bir burjuvazinin, hatta büyük burjuvazinin varlığından söz edebiliriz – henüz iktidarı tam kontrolünde tutamasa da.
ÇHC’nde şirketler, hisse senetleri ve kredi ticaretinin gerçekleştirildiği ve sürekli ivme kazanan bir mali piyasa bulunmaktadır. İş gücünün sömürüsüne açık olan istihdam piyasası büyümekte, yurt dışı ürün ticareti giderek daha fazla liberalleştirilmektedir. Sermaye trafiğinin devlet kontrolünde olmasına ve Merkez Bankası’nın para politikalarını belirlemesine rağmen, önümüzdeki yıllarda sermaye ithali ve ihracının daha da liberalleştirilmesi beklenmektedir.
Her ne kadar ÇKP’ne 1,4 milyarlık nüfusu için açlık ve yoksulluğa karşı verilen mücadelede müthiş bir başarı kazandığını ve yaklaşık 500 milyonluk bir nüfusa ortalama orta katman satın alma gücü kazandırdığını teslim etsek de üretim ilişkilerinin bütününe ve üretim tarzına bakarak ÇHC’nin bir kapitalist ülke olduğunu tespit etmek durumundayız. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmaması, bankaların ve sermaye ithali-ihracının belirli bir kontrole tabi olmaları, tek başına ÇHC’ni sosyalist yapmamaktadır.
Görüldüğü kadarıyla yönetimdeki Komünist Partisi ÇHC için tüm özgünlükleriyle sosyalist yönelimli bir tekelci devlet kapitalizmini gelişme yolu olarak seçmiştir. Elbette Çinli komünistlere neyi nasıl yapmaları gerektiğini dikte eden bir ukalalığa kalkışacak değiliz. Ancak kendimizde, tarihten ve sınıflı toplumların gelişimlerinden öğrendiğimiz kadarıyla ekonomik açıdan egemen sınıf hâline gelmiş olan Çinli büyük burjuvazinin şu an elde ettiği belirleyici konumunu kolaylıkla ve kendi isteğiyle terk etmeyeceğini, yani ÇHC’nde sosyalist devrimin henüz tamamlanmamış olduğunu söylemeyi bir hak olarak görüyoruz. Gene de ÇHC’nin dünya politikasında uluslararası hukukun üstünlüğünü ülkeler arası iş birliğini öngören tavırlarının emperyalizm karşıtı karakter taşıdıklarını vurgulamalıyız, ama neden öyle olduğu, anlatılması gereken ayrı bir hikâyedir.