12 Eylül faşizminin kırkıncı yılında da süreç, Türkiye halklarına, ezilenlerine ve emekçilerine tek gündemli bir mücadele sürecinin gerekliliğini her zamankinden daha güçlü dayatmaktadır. Nasıl ki kırk yılda devletin darbe geleneğinde değişen hiçbir şey olmamışsa, halkların ve emekçilerin birleşik mücadele ihtiyacında da değişen bir şey olmamıştır. Bugün Türkiye toplumlarının, halklarının, emekçilerinin yaşadıkları, devletin icat oluş gerekçelerine uygun olan baskı ve sömürüde sınır tanımama gerçeğinden başka bir şey değildir.
Özellikle AKP-MHP iktidarının yarattığı milliyetçi dalgayla şişirilmiş faşizm balonu, Kürt Özgürlük Mücadelesi karşısında hava kaybetmeye başlayınca Erdoğan rejimi de demokrasi güçlerine dönük baskı ve şiddeti de artırmıştır. 12 Eylül faşist darbesinin gerekçesi olan inkar ve imha siyaseti, zindan direnişleri karşısında yenilmiş olmasına rağmen devlet, inkar ve imha siyasetinden vazgeçerek demokrasiye ve demokratik mücadeleye fırsat vermediğinden aynı 12 Eylül koşullarını kırk yıl sonra tekrarlayan uygulamalar oluşturmaya başlamıştır.
Halklar ve emekçiler kırk yıl sonra tekrarlayan bugünün uygulama ve görüntülerine yabancı değildir. Kırk yaş üstü her insandaki görüntüler aynıdır. 12 Eylül koşullarında da “faşizme karşı birleşik cephe” tartışmaları yürütülmüş, bugün de aynı tartışmalar yürütülmektedir. Sol, sosyalist ve demokrasi güçleri bu gerçeği doğru görmek durumundadır. Nasıl ki, kırk yıllık devlette değişen bir şey yoksa sol, sosyalist ve demokrasi güçlerinde de değişen bir şey olmamıştır. Daha baştan bunu doğru görüp, ona göre pozisyon almak gerekmektedir.
Bu kırk yılda iki bloklu dünya sistemi aşılmış, reel sosyalizm yıkılmış ama Türkiye halkları ve emekçileri hala kırk yıl önceki gündemi yaşamaktadır. Acıdır ama realite budur. AKP-MHP iktidarının veya Erdoğan yönetiminin bu kadar açıktan demokrasi güçlerine yönelmesinin başka bir anlamı veya anlatım biçimi de yoktur. Erdoğan rejimi önce demokrasi mücadelesiyle şu ya da bu düzlemde uyumlanmış sol, sosyalist çevrelere yönelmiş, ardından dalga dalga sıralayarak demokrasi mücadelesinin öncü gücüne dönüşen TJA aktivistlerine, oradan HDK ve DTK’ya ve en son olarak da HDP’ye dönük soykırım saldırılarını yoğunlaştırmıştır.
Bu saldırıları geliştirirken de demokrasi mücadelesinin motor gücü konumunda olan emekçileri ve sivil toplum örgütlerini de sıraya koyduğunu her fırsatta yüksek sesle söylemiştir. Onun içindir ki, hiç kimse “bana bir şey olmaz” dememelidir. Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütü olan “Barolar Birliği Yasası” bu iktidar eliyle değişti. Hemen ardından ikinci büyük örgütlü yapı olan ve dünyayı saran “coronavirüs” olarak adlandırılan kapitalizm virüs salgınına karşı en büyük mücadele zemini olan sağlık emekçilerinin örgütlü yapısı TTB’ye dönük tehditler yağmaya başladı. Ve en genel anlamda da zaten emekçileri de açlık sınırında tutarak kontrol eden iktidarın tek adam pozisyonundaki Erdoğan “maske mekan denetimlerinde uygulanan cezaların bazı kamu kurumlarında yapılacak işlemler öncesi ödenmiş olması mecburi hale getirilecektir” diyerek tüm toplumu tehdit etmeye başlamıştır. Böylece, devletle bireyin hukuki bağı olan yurttaşlık bağı bile ceza üzerinden yapılan borçlandırmayla sınırlandırılacaktır. Dolayısıyla tüm bunlar dikkate alındığında hiç kimsenin veya çevrenin yaşam güvencesi kalmamıştır.
Bu gerçeklik üzerinden her birey ve çevre kendi özgün durumunu gözden geçirerek demokrasi mücadelesiyle doğru buluşmayı yapmak zorundadır. Bu sadece güncel bir görev veya sorumluluk değildir. Güncel olduğu kadar da tarihseldir. Bunun doğru anlaşılması gerekmektedir. Devlet, kendi inkar ve imha siyasetini “ya terörden yanasın ya da devletten yana” denklemi üzerinden tüm toplumsal kesimleri demokrasi mücadelesiyle mesafeli tutmayı bir yere kadar başardı. Ama artık demokrasi mücadelesi sadece bir “terör” kavramıyla izah edemeyecek bir noktaya da geldi.
12 Eylül faşizmi karşısında Kürt Özgürlük Mücadelesi de en zayıf tarihini yaşıyordu. Çok ağır bedeller sayesinde zindanda başardı ve o başarıya sarılarak kendini halkların ve emekçilerin umut kaynağı olmayı başardı. 12 Eylül’ün kırkıncı yılında kendini daha fazla özgürlüğe yakın hale getirdi. Dolayısıyla emek ve demokrasi mücadelesinde çok büyük bir moral ve güç kaynağına dönüştü. Şimdi temel görev bu güç kaynağıyla doğru buluşmaları gerçekleştirerek, demokrasi mücadelesine ivme kazandırılabilir. Tarih, Türkiyeli halklara ve emekçilere böyle bir sorumluluk vermektedir.
Onun içindir ki, devletin “ya terörden yanasın ya da devletten” ayrıştırmasını reddederek AKP-MHP iktidarına karşı halkların ve emekçilerin demokratik birliğini, demokratik cephesini oluşturmalıyız. Yeter ki halkların ve emekçilerin birleşik demokrasi mücadelesini kurarak zaferle buluşacağımıza inanalım.