İlkokulların açıldığı bu hafta 1968’den beri devrimci ve demokratik öğretmen hareketinde olan eski bir arkadaşımla biraz nostalji yaparak eğitim sisteminin geldiği aşamayı sorguladık. Bakanlığın dini, ticari ve gerici eğitim politikasını, iktidarın Türk-İslam milliyetçiliği yoluyla toplumu dönüştürme çabasını ve eğitimcilerin çaresizliklerini irdeledik. Sohbet sırasında ilkokula başladığım günleri hatırladım. Kasabada başöğretmenler, okul hademesinin taşıdığı bir sandalye ve meşin kaplı uzun bir defterle evleri dolaşarak öğrenci kaydı yapardı. Merkez İlkokulu’nun başöğretmeni sokağın orta yerinde olan evimizin önüne sandalyesini koyup oturunca, komşular çocuklarının nüfus cüzdanlarını getirmeye başladı. Okul yaşına gelen sokağın tüm çocukları olarak biz de kayıt işini izliyorduk. Annem evdeki sandıktan nüfus cüzdanımı alıp geldiğinde başöğretmen, iki kapı yanımızdaki komşunun benimle aynı yaştaki oğlunun kaydını yapıyordu.
Annem elindeki nüfus cüzdanını başöğretmene uzattı. Doğum tarihine bakan başöğretmen anneme, “Senin oğlanın okul yaşı gelmemiş, gelecek yıl kaydolacak” dedi. Annem “Olur mu öyle şey. Benim oğlum şu çocuktan 40 gün daha büyük. Oğlumun kırk gömleğini giydi. Onu alıyorsunuz da benimkini neden almıyorsunuz?” diyerek itiraz etti. Başöğretmen, “Bak kadın oğlun nüfusa geç yazılmış. Nüfus cüzdanı öyle yazıyor” dedi. Annem ısrarla “Bir yanlışlık olmalı, düzeltin” dediyse de başöğretmen, “Bu yıl bekleyecek. Askere geç gitsin diye nüfusa geç yazdırıyorsunuz, sonra da dert ediniyorsunuz” dedi. Annem itirazını sürdürünce, “Hadi işine bak. Bağırıp çağırma be kadın!” diyerek annemi azarladı.
Akranlarımdan bir yıl geç olarak 1955’de ilkokula başladım. Okul evimize 300 metre mesafede olmasına rağmen, o gün evden erken çıktım ve heyecanla okula gittim. Kafam sıfır numara tıraşlı, üstümde siyah önlük, boğazımda beyaz yaka, ayağımda potinlerim ve elimde marangoz eniştemin yaptığı ahşap çantam vardı. Ahşap çantaları benim gibi fakir çocukları taşırdı. Zengin çocuklarının hem sırtta hem de elde taşınan ve tahsildar çantası denilen hakiki deri çantaları vardı. Yeni başlayanlar, giyimi ve kuşamı ile birbirlerine bakıyordu. Üst sınıftakiler yeni gelenlere çeşitli şakalar yaparak (Yakasından çekerek, ayakkabısına basıp kirleterek, çantasını alıp içine bakarak) baskı uyguluyorlardı. Hedeflerindeki çocuklar ya uzak mahallelerden gelenler ya da fakir-fukara çocuklarıydı.
Okul hademesi bahçeye inen merdivenlerin başına gelip elindeki büyük sarı tunç zili çalınca, en öne kızlar, arkalarına oğlanlar boy sırasına göre dizildik. İstiklal Marşı okunurken hazır ola geçtik. Sonra birinci sınıflardan başlayarak ve sırayı bozmadan sınıflarımıza girdik. Herkes kendisine sıra seçmeye çalışırken öğretmen elinde bir çubukla sınıfa girdi. Sınıfın kapısında öğretmeni bekleyen ve ikinci yılını okuyan bir öğrencinin uyarısıyla ayağa kalktık. Öğretmen “Günaydın” dedikten sonra, “Türküm, doğruyum, çalışkanım!” diye başlayan andı söyledi, biz tekrar ettik. “Her gün bu andı söyleyeceksiniz. Ezberleyin!” dedi. Kendisini tanıttıktan sonra her birimizi ayağa kaldırarak isim ve soyadlarımızı öğrendi. “Herkes benim dediğim yere oturacak” diyerek yer göstermeye başladı. Önce kızları ikişer kişilik en öndeki sıralara oturttu. Ardından boy hizalarını ve çocukların ailelerinin varlık durumlarını dikkate alarak oğlanları yerleştirdi. Arkalara uzun boylular ile ikinci kez birinci sınıfta okuyanları yerleştirdi.
Çantalarımızdan okul araçlarını çıkarmamızı isteyince, ben de alfabeyi, çizgili defteri, kalemtıraşı, silgiyi ve beyaz mendili sıranın üzerine koydum. Sıraları gezerek eksikleri söyledikten sonra öğretmen, eğitimin önemi ve erdemi üzerine bir konuşma yaptı. Konuşmanın sonunda, “Okul hayatınız boyunca önce Atatürk’ü, sonra öğretmeninizi, daha sonra anne ve babanızı seveceksiniz. Bunu asla unutmayın!” dedi. O gün akşam yemeğinde annem, “E söyle bakalım ilk gün neler öğrendin!” deyince, öğretmenin tembihlediği son sözlerini hatırlayıp yineleyince, annem çok kızdı: “Olur mu, öyle şey? Seni ben doğurdum, ben büyüttüm. Onlar da kim oluyormuş?” dedi. Annemin bu tepkisini kadın emeğine saygısızlık olarak algıladım. Sonraki hayatımda emeğe ve emekçiye daima saygı duydum. Kendimi emeğin kurtuluşu için mücadeleye adarken, eğitimin erdemine olan inancımı da korudum.