Artık sonbahar da geldi. İstanbul’un eylülü çok güzeldir ama bozkırda eylül bambaşka. Duru, dingin, insanların içeri girmeyi istemediği günlerin sayısı daha çok. Güneşin doğuşu başka, batışı başka güzel. Akşam serinliği zaman zaman tatlı tatlı ısırır gibi olur. Olumsuzluk, bu mevsimde hiç de alışık olmadığımız sessizlik; pandemi dolayısıyla kendini iyice hissettirmesi. Aslında sessizliği sevenler için o da bir avantaj.
Geçtiğimiz çarşamba günü yeğenimin organizasyonuyla çok istediğimiz yayla gezisine çıktık. Aslında kuş uçuşu 8-9; dağ yollarından yaya 11-12 kilometre olabilecek yolu, sözde yapılmış olan yayla yollarından iki araçla gidiş dönüş yüz on kilometrede tamamladık. Sabah erkenden Gücük’ten çıkıp Kantarma’daki kahvaltıdan sonra Karahasan köyünü geçip çok bozuk bir yoldan geçerek geçtiğimiz haziran ortasında kardan kapanan Tahtalı yaylasına vardık. Konaklama alanımız Çakıllıpınar’a saat 12 gibi vardık ve 1955 haziranında gördüğüm yeri, ancak pınarın kaynağını görünce tanıyabildim. O zaman dağlar ormanla kaplıydı ve pınar gürül gürül akıyordu. Mevsim gereği sular oldukça azalmış ve çayırlar hiç kalmamış, çevre kurumuş dere yatağına dönmüş, bir iki tane de çeşme yapmışlar hayvanlar için. Çakıllıpınar, suları Ceyhan nehrine akan Söğütlü çayına katılır ve bir bakıma Ceyhan’ın Nurhaklardan çıkan ilk koludur.
Tahtalı, Sinemilli ve Atma aşiretleri yaylalarının sınırıdır. Zaten Horasan’dan birlikte gelen Sinemilli ve Atmalılar gerek Malatya’da, gerekse Maraş’ta bir arada yaşarlar. Eskiden tamamı Alevi olan Atmalılar, 19. yüzyıldan itibaren Sünnileşme sürecine girmişler. Şimdi, 70-90 binden fazla olduğunu sandığımız aşiret nüfusunun üçte bire yakın kısmının Sünni olduğunu sanırım. Son otuz kırk yıldaki siyasi atmosferin etkisiyle Sünni hayat tarzında bazı değişiklikler olsa da hala iki aşiret arasında şive, gelenekler, giyim kuşam ve yaşam biçimi bakımından en ufak bir ayrılık yokur. Sünni kesimle kirveliklerin yanında ortak evlilikler de vardır. Özellikle Alevi Atmalıların inanç yönünden Sinemilli ocağına bağlı olmaları, bu ilişkileri daha da güçlü kılmaktadır.
Tekrar Tahtalı’ya dönelim. Çakıllıpınar’ın altındaki çayırlık alanda kurulu bir çadır ve traktör görünce doğru oraya gittim ve selam verdim. Selamıma karşılık veren 50-55 yaşlarındaki adamla Kürtçe konuştum ama “ben Kürt değilim, Tatlarlıyım” cevabıyla karşılaştım. Tatlar, oraya 7-8 kilometre uzaklıkta ve Gölböşı-Elbistan karayoluna bir kilometre mesafede Nurhak ilçesine bağlı bir Türkmen köyüdür. Maraş büyük şehir statüsü almadan önce belediye idi. Nazikçe ve içtenliğine inandığım bir tavırla çadıra davet etti ama geciktiğimizi, konaklama yeri hazırlayacağımızı söyleyerek döndüm.
Yemek sırasında eşi Cennet hanım aracılığıyla kendisini tekrar davet ettik ve geldi, gidinceye kadar uzun bir sohbet oldu aramızda. Getirdiklerimizden onlara da verdik. Davarlar gelip gitti, Cennet hanım bizim kadınları çadıra davet etti ve ikramda bulundu. Kadınlar, yağ, peynir, çökelek, süt aldılar, sağ olsunlar onlar da ikramlarda bulundular. Cennet ve Ömer’in kızları, torunları, gelinleri de geldiler ve son derece güzel bir sohbet gelişti. Bu arada Ömer ve ben, yayladaki bazı yerleri görmek için arazi aracımızla on gün kadar önce açılmış yoldan gittik ama gidip gideceğimize pişman olduk. Bizim araç, yol yapım aracından sonra o yola giren ilk araçmış.
Bir sürprizle karşılaştım. Yürüyerek çıktığımız bir tepede “kale” diye adlandırdıkları çok eskiden kalma uzun bir taş duvarın eskiden mevzi olarak kullanıldığını söylediler. Hemen karşımızdaki yüksek tepenin neresi olduğunu sordum, “Deliheybek” cevabı, benim için şok oldu. Hemen arkası, bizim Ustukur yaylamız. Deliheybek’e davarların gittiği gün sütleri sapsarı olur ve yoğurt ve peynirine, yağına sinen dünyanın en güzel rayihasını saçardı. Ben o kokuyu kırk yıl kadar önce Uzunyayla’da duymuştum.
Dönüşte Ömer’in tavsiyesi ve benim zorumla çocukluğum ve gençleğimin geçtiği Deveçöken yaylasından geçmeye karar verdik. Oralara da yol yapılmış ama çok bozuk. Sağolsun Ömer, traktörüyle bizim öteki araca yardımcı olmak üzere bizi rahat yere kadar çıkardı ve borcumuzu sorduğumuzda kibarca ve kesin bir tavırla reddetti.
Deveçöken’de bizim “argeh”e (çadır yeri) gittim. En uçtaki büyük argeh olduğu için bilinmemesi mümkün değil, yüz yıl geçse de bilirim. Bütün argehler gibi o da dağılmış. Üç bölümden oluşurdu, ev kısmı, oda ve dış oda. Üzerinde lise yıllarımda çekiçle adımı kazdığım büyük taş toprağa gömülüydü. Yazı kısmı altta kalmıştı.
Sevgili Bejan Matur’un bana getirdiği bir kitapta Horasan’da geldiğimiz yerlerin çadır dizilişi, bizimki ile tıpa tıp aynıydı ve bir yay çiziyor, herkes birbirinin çadırının içini görebiliyordu.
Yaylalar eskiden aileler adına kayıtlı olmakla birlikte tüm köylerin ortak malıydı. Başka yerlerden gelen sürü sahiplerine kiralanır ve geliri 6 köye dağıtılırdı. Daha sonra hazineye geçti ve şimdi belediyeler kiraya veriyor. Ömer’e sorduğumda 1200 küçükbaş hayvan için hayvan başı 7 liradan ödeme yaptıklarını söyledi.
1967 yılına kadar her yıl gittiğimiz Deveçöken yaylası bize 7-8 kilometre ama biz dönüşte uçurumu da olan bozuk yoldan 35 kilometre kadar yol kattettik.
Dağlarda çalılık halinde yeni yeni ardıçlar yetişmekte ama dışarıdan gelen sürü sahipleri çoğu zaman o ardıçları kökten söküp çadırların etrafını kapatmaktalarmış. Kupkuru, taşlık dağlar ama beni yetmiş yıl öncesine götürdü.
79 yaşında dağlara çıkmanın faturası da var elbette. Yorgunluk ve soğuk algınlığı nedeniyle halsizleşince telefonla aradığım doktorum kesin istirahat önerdi, daha doğrusu emretti. Bu nedenle hakkımda Maraş’ta açılan davanın ilk duruşmasına da katılamadım.
Teşekkürler yeğenim İbrahim, teşekkürler Ömer kardeş, teşekkürler Cennet bacı ve diğerleri…