Sürekli yaşadıkları kaza ve ırkçı saldırılarla gündeme gelen mevsimlik tarım işçilerinin yaşadıklarının çoğu aslında dile getirilmeyenmiş. Balıkesir’de 3 gün tarım işçileri ile çalıştık, yaşam mücadelelerine tanıklık ettik
Reyhan Hacıoğlu
Kalabalık arabalar, yola savrulmuş eşyalar, uzun mu uzun saatler, güvencesiz hayatlar, ırkçı saldırılar ve yok olan çocukluklar… Mevsimlik tarım işçileri için sıralanabilecek cümleler bu olsa gerek. Bu yıl içerisinde çok sık trafik kazalarıyla gündeme gelse de Sakarya’da yaşanan ırkçı saldırıyla birlikte başka bir gerçeklik yine olduğu gibi gün yüzüne çıktı. Güneş doğmadan tarla yolunu tutan nerdeyse emekçilerin hepsi coğrafyanın “kader” olduğu bölge kentlerinden gelenler. Urfa’dan, Diyarbakır’dan, Mardin’den… Irkçılığın durup durum hortlaması ise işte tam bundan.
Uzun bir yazı dizisi konusu olacak politik ve sosyolojik boyutu olan bu duruma tanık olmak için çıktığım yol Balıkesir’in Bandırma ilçesinin Aksakal Beldesi’nin Ergili köyünde tamamı Diyarbakır’dan gelen domates işçilerinin çadırına düştü. Kısa bir süre kaldığım alanda sadece dinleyip dönmemek için kendim de çalıştım. Evet, anlatılan koşullar ne kadar kötüyse yaşanılan aslında dile gelmeyenmiş.
‘Anne beni de çeksin’
Gittiğim gün ailelerden ikisi memleketlerine dönüyordu. Kısa bir görüşme fırsatı bulduğum ailelerin çalışanlarından Gewre ve Seher gencecik iki kadın. Seher 21 yaşında, Gewre ise 22 yaşında ve 2 çocuk annesi. Tarladan sonra eve gelip ekmek pişiriyorlar, temizlik yapıyorlar, bulaşık ve çamaşır yıkıyorlar. “Bizim mesaimiz hiç bitmiyor ki” diyor Seher. Yaşı çok genç, okul durumunu soruyorum; “İmkân da yoktu gerçi kendim de çok sevmiyordum” diyor. Gewre ise “Çok zor burada çalışmak” diyor. Bir arada olmasalar asıl zorluk o olurmuş, “iyi ki arkadaşlarımız var” diyorlar.
Fotoğraflarını çekince Eymen bir koşu gömleğini giyip annesine beni de çeksin demiş, daha dört yaşında. Çektim tabi. Sonra iki dolmuşa bütün eşyaları ile dolan 23 kişi yola düştüler. Kalan 11 aile ise son tarlaları toplamak için hala çalışmaya devam ediyor. Ekonomik olarak durumları daha kötü olanlar en son gidenler oluyormuş. Tarlalar kötü ama ihtiyaç olunca kalıyorlar mecbur. Bugün yarın giderler kalanlar da.
Bitmeyen mesai
Çadırların içinde biraz dolaşınca Seher’in ne demek istediğini anlıyorum. Kimi ekmek pişiriyor, kimi çamaşır yıkıyor kadınların. Ve yorgun mu yorgun. Bazıları da salça yapıyor. Su yok, en yakındaki çeşme yosun dolu. “Suyu köyün içindeki çeşmeden getiriyoruz” diyor kaldığım süre boyunca bana her konuda yardımcı olan Mustafa. İstanbul’dan gittiğim için benden bir şey olmasın endişesi ile yanımda çadır götürmüştüm. Derme çatma barakaların arasında kamp çadırı bir garip dursa da iyi iş gördü. Ancak “korona” yokmuş alanda!
12 yaşında bir işçi!
İkinci gün meğer bana torpil geçilmiş, 7 buçuk gibi uyandığımda ilk ekibin gittiği ve benim de ikinci ekiple çalışacağım söylendi. Gittik tarlaya ama o kadar otluydu ki indiğimiz gibi traktör kasasından geri döndük. Öyle olunca diğer gruba katılmak istediğimi söyledim. Ve böylece yarım gün de olsa çalışma mesaim başladı. Gözleri ışıl ışıl bakan Sinem yanımdan hiç ayrılmadı. Torbaları sürekli önüme itip durdu, gidip kendim toplamiyim diye. Ayakta ve sürekli bükülerek çalışmak dört saat sonra bir hayli zorlamaya başladı. Ancak insan dile getirmekte çekiniyor onca emekçinin yanında. Sinem, 12 yaşında ve 8. sınıf öğrencisi ama mayıstan beri tarlada ve Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un “ailesine yardım” ediyorlar dediği çocuklardan değildi. 12 saat ayakta ve hiç dinlenmeden çalışan binlerce mevsimlik tarım işçisi çocuktan biriydi. Resim öğretmeni olmak istiyormuş şayet okusaymış ama “Bu saatten sonra artık okula göndermezler” diyor. Birçok çocuk bu durumu yaşıyor. İki ablası ile gelmiş ki onlar da çocuk, biri 16 biri 18’e geliyormuş yaşı. Saatler ilerledikçe ve belimdeki tutulma arttıkça Sinem’e olan hayranlığım daha da artıyor. Daha küçük bir çocuk ve en güzel çağında burada.
Yemek, çamaşır, bulaşık…
Yemeği herkes yanında getirdikleriyle yiyor. İşçilerden biri ateşte çay yapıyor ve her aile kendi sofrasını kuruyor. Peynir, ekmek, zeytin ve akşamdan ne yemek kaldıysa. En fazla yarım saat mola. Günde iki kez ama ikinci kez olan biraz insafa bağlı. Örneğin ertesi gün tarla bitsin diye dayı başının kardeşi aralıksız çalıştıracaktı. Akşam 5 gibi iş bitti ve 32 kişi biniyoruz traktör kasasına. Çadırlara gelince Sinem’in ablasının “Sen ne güzel gidip dinleneceksin” sözü kadınların yeni başlayacak mesailerinin de karşılığı oluyor. Dönüşte bir çırpıda ayaküstü alınan duş sonrası çamaşırlar yıkanıyor. Zira domates tarlaları çamurlu ve topraklı. Sonra ekmek, bulaşık ve akşam yemeği.
Kürt kadınlarının gerçeği!
Gün bitmeden biraz dolaşıyorum çadır-baraka arası evlerin arasında. Hepsi Sakarya’daki saldırıyı takip ediyor sosyal medyadan, hemen hepsi izlemiş ya da izliyor, tedirginler haliyle ve çokça da öfkeli. Yıldız anayı buluyorum sonra. 50’li yaşlarında “Dişlerimi yaptıracağım onun için çalışıyorum” diyor. Yıldız Ana aslında birçok Kürt kadının yaşadıklarının özeti gibi. Çocukları yokmuş ve 15 yıl önce eşini kendi eliyle evlendirmiş. “Soyu sürsün dedim” diyor “Neden?” dememe karşılık. Diğer eşin çocukları hastaymış âmâ Yıldız Anayı çok seviyorlarmış “Şanslıyım Allahtan o açıdan” diyor. Ayak parmağı iltihap kapmış, eti çürümüş ve “ağrıdan yatamıyorum” diyor geceleri. “Sigorta yok, para yok nereye gideyim” diyor ama hali çok da iyi değil. Tek başına kalıyor. Önceki kazandıklarını eşi almış ama bu sefer kendi için gelmiş. Ayağının ağrısından ayakkabıyı giymekte zorlanıyor. “Ne edersin” cümlesini sık sık tekrar edip duruyor. Hakikaten ne edilebilirdi ki… Emek sömürüsü bir yanda, kadın sorunu bir yandan. Uzun bir sohbet yapmak isterdim ama daha fazla yormak bencillik olurdu. “Şevbaş” deyip çadırıma dönüyorum. Gün erken bitiyor ve saat 10 olmadan alan sessizliğe bürünüyor, günden geriye ise çadırlardan gelen oflar, ah’lar kalıyor…
Zifiri karanlıkta yolculuk
Kimin hangi tarlaya gideceğine dayı başı akşamdan karar veriyor. Ben de dayı başına sabah giden ekiple gitmek istediğimi söylüyorum. “Emin misin?” e karşı ısrarımı da görünce “Peki” diyor. Sabah 4 buçuğa saati kurdum, malum 5’te yolculuk. Zifiri karanlık ve göz gözü görmüyor. Kısa tutulan kahvaltı ile birlikte 32 kişi el feneri ve traktörün ışığında yeninden yolculuğa başlıyoruz. Maske yok, mesafe yok tabi. Karanlıkta vardığımız tarlada zar zor seçilen domatesleri toplamaya başlıyoruz. İlk mola saat 10’da yani 5 saat sonra. 3. saate bel ve arka bacak ağrıları artsa da az daha az daha diye diye ilk molaya varıyorum. Yere kurulan sofralardaki hepsi ayrı ayrı paylaşıyor sofrasını, ilk davete oturuyorum. Yarım saat dahi sürmeyen yemekten sonra yeniden tarla başlıyor. Ki zaten günün ilk ışığını da tarlada karşılıyoruz. Ama kimin umurunda doğan gün, giden gün, önemli olan kasayı doldurmak, çamur ve toprak içindeki tarlayı bitirmek. Bir grup söküm yapıyor ve genel de erkekler oluyor. Söküp silkeliyor, ikinci grup da arkadan domatesleri çuvallara dolduruyor. Seri olunmalı. Üçüncü grup ki onlar da genelde iki ya da üç kişi. Dolu çuvalları römorka boşaltıyor.
Kurban edilen mola
Saatler geçtikçe ağrılar artıyor ama dile gelmesi mümkün değil, aylardır bunu çeken emekçilere karşı. Saat 2’de verilmesi gereken mola ise kurban ediliyor. Çabuk bitsin tarla diye. Ve böylece 5’e kadar çalışıyorum. Baş sürekli aşağıda olunca haliyle gözler de bulanıklaşıyor sonradan. Döndüğümüzde kadınlar yine diğer işlere erkekler dinlenmeye gitti.
‘İlişiklerimiz sıfır artı sıfır’
Akşam bir aile yemeğe çağırdı. Bu koşullarda dahi insanlığını elden bırakmayan insanımız işte. Yemekten önce kadınlar çok konuşmak istemediği için Doğan ve Necati ile konuşuyoruz yaşadıklarını. Dayı yeğenler. Necati anlatıyor, 5 aydır buradalarmış. Ottu, çapaydı derken şimdi de toplama. Ve ondan dinleyelim gerisini; “Çapa zamanı sabah 7 buçuk gibi gidiyorduk, akşam 5 buçuk geliyorduk. Soğana da gittik. 80 TL alıyoruz. 5 kişi çalışıyoruz aynı aileden. Ama buna rağmen sezon sonunu zor kapatıyoruz. Yağmurdan dolayı bir süre boş kaldık. Köylü ile ilişiklerimiz sıfır artı sıfır desem yeridir. İşi sana düştüğü zaman senden iyisi yok ama işi bittiği zaman Allah’ın selamını dahi vermiyorlar. Saldırı olmuyor tabi ama ilişkiler çok kötü.”
‘Sivrisinek ilacı bile atmadılar’
Araya Doğan giriyor ve koşullarını anlatıyor; “Sezonluk işçi her yıl geliyor herkes de biliyor ama bir olanak yok. Örneğin seyyar bir konteyner bile olsa çok iyi olur. Hijyen yok, su yok, sağlık zaten yok. “Konteyner geçtim elektrik parasını bile işçi veriyor” diyor Necati de ve ; “Burada kiracıyız. Sivrisinek ilacı bile atmıyorlar ya, köye atıyor ama yanımızdan geçiyor. Arıtma suyu var köyün ortasında ‘biz para veriyoruz siz niye alıyorsunuz’ diye birkaç defa üstümüze de kapattılar.”
“İlaç atmamasının gerekçesi de bize yakın bir adamın arıları rahatsız oluyormuş diyeymiş. Zorla aldık sonra. Doktor geldi bir kere salgın başında. Ateş ölçüp gittiler” diyen Doğan’a cevabı yine Necati veriyor; “Aslında ben de yapardım ateş ölçmeyi” diyor gülerek. Ve devam ediyor; “Yevmiye en azından 100 olsaydı ama 80 bizi hiç kurtarmıyor. Bizim dayı başı biraz daha iyi bakma, diğer köyde 70 liraya çalışıyorlar. Bizimki onlardan iyi yani.” Tabi 80 TL neye yetsin o da biliyor; “Hadi biz 80 aldık ya, un torbası olmuş 120 lira ya da 130 TL almak zorundasın. Bu kadar insan somun yiyemez.”
‘Kış gelmeden bitiyor aldığımız’
Doğan anlatıyor bu kez; “Sadece yevmiyeyi karşılıyorlar, sudur, odundur, yemektir, arsa parası, elektrik parası hep bizden. 400-500 çadıra gidiyor nerden baksa. Burada kişi başı 10 bin TL ye çalışsa zaten birçoğu da masrafa gidiyor. Sağlam eve 3 ya da 4 bin götürüyoruz. Kışın kimi hayvancılık yapıyor kimi gurbete çıkıyor. Çapa ile toplama arasında da 20 ya da 25 gün gibi bir boşluk oluyor o da masraf işçiye. Diyelim ki 5 kişiler ve eve 20 bin TL götürdüler, hele bu krizde kış gelmeden zaten o para bitiyor. 80 bile değil yüzde 10’u dayı başına gidince 72 lira kalıyor bize. Sen düşün artık, kendin gördün. Dayı başı, muhtar bir de tarım işçilerinden birileri ayarlıyor. Her sene 10 lira artıyor. “
‘Bir vekil kaç para alıyor abla?’
“Urfa’dan gelen var, Mardin’den gelen var. Biz Diyarbakır’dan geldik. Bayram bile görmedik, kırmızı et zaten görmedik. Ne gelen ne giden. Bir yere varmaz da söylediklerimiz ama işte” diyor Necati. Ve ülkenin koşullarına dertleniyor. “-Bu milletvekillerinin maaşı ne kadar abla?
-Bilmem, çok herhalde.
-Mesela o kadar çok alacağına daha az alsa yerine bu yoksullara verse nasıl olur. Cumhurbaşkanı açıklama yaptı dedi benim maaşıma zam gelsin. Zaten onlar köşeyi dönmüş bir de zam istiyorlar. Valla ben onu eskiden çok seviyordum ama artık sevmiyorum. Oy da verdim ema boş. Düşün Diyarbakır’da hem Vali, hem belediye başkanı iki maş alıyor hadi o versin bir maaşını, hani insanları seviyorlar ya çok.”
‘Kürt’se zaten selam vermiyor’
Doğan da onun gibi düşünüyor; “İşçinin sorunlarını çözmeliler. Bize yakın olan çeşme yosunlu bir baksan miden bulanır, o depo 20 25 yıldır hiç temizlenmemiş. Yevmiyeler 120 ya da 130 olsa. Domatesin tonu 80 lira. Akşama kadar kendini öldürüyorsun ama karşılığı bu. Boşa da konuşuyoruz kimse al atmaz bakma bu duruma. Her şeye zam geliyor bir yevmiyeye gelmiyor. Daha önce başka yerdeydik oraya para vermiyorduk sonra köylüler itiraz etti burayı da vermiyordular. Sonra dayı başı gitti burayı kiraladı. Köyde boş ev var aslında ama vermiyorlar. Çünkü sevmiyorlar. Ellerinden gelse buradan da atarlar. Bence bir insanın yapacağı en son iştir burası. İşi sıkıntı, insanı sıkıntı. Buranın insanı bizim oraya gelse biz ayrı ev yapardık, el üstünde tutardık, ayrı muamele olurdu inan. Burada birçok erkek var bir akşam bile kahveye gidip oturmuyor çünkü insan muamelesi görmüyor, Kürt oldu mu zaten bir dururlar. Biz gelip onların sayesinde ekmek yiyorsak onlar da bizim sayemizde yiyor. İşçiler buraya gelmese burada ekim işi falan olmaz. “
Ve devam ediyor; “İşveren olsam işçimiz var bir gidip görelim deriz değil mi, yok hiç görmüyorsun yüzlerini. Korona çıktı biletleri arattırdılar ya, bari artanı devlet verseydi diğerini biz. Korona masrafın bile biz verdik anlayacağın.”
Üç günün ardından yola çıktığımda, bu kısa ve anlamlı deneyimden geriye çok şey kaldı elbette; kendi topraklarını bırakıp gelen Kürt halkının yoksulluğu, örgütsüzlüğü, emek sömürüsüne maruz kalan tarım işçileri, kadınların yaşadıkları ve ırkçılığın yakıcı gerçekliği…