‘Çok alametler belirdi’ kalıp cümlesi nedense bu sıralar sıklıkla aklıma geliyor. Yarın, geçmişe bakıp da nasıl bu denli aymazlığa düştüğümüzü şaşırarak konuşacakmışız gibi bir hisse kapılıyorum. Bir yandan takvim yaprakları, diğer yandan günübirlik yaşananlar uyanmamız için yeterince güçlü zırıldayan bir çalar saat işlevi görmeliler ama biz derin uykumuzdan bir türlü uyanamıyoruz.
Deniz Baykal gibi isimlerin muhalefet liderliği yaptığı, ‘Atatürkçü Düşünce Derneği’, ‘Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ gibi yapıların düzenlediği, laikçi teyzelerin başrolde olduğu mitingleri anımsamakta yarar var. O dönemin en revaçta olan mottosu ise ‘Tehlikenin farkında mısınız?’ olmuştu. AKP kuruluş aşamasında ve iktidarının ilk on yılında ilerici bir siyasi değişimin işaretlerini veriyordu. Düşünce ve ifade özgürlükleri, hedeflenen AB üyeliği yolunda o güne değin çok da alışık olmadığımız bir siyasi iklimin işaretleri olarak değerlendiriliyordu. Basit bir örnek olarak, daha önceki tüm iktidarlar tarafından istikrarla sürdürülen azınlık vakıflarının mülklerine el koyma süreci, ilk kez tersine işletilmişti. Daha önce haksız ama hukuki yollarla gasp edilen mülklerin iadesi süreci başlatılmıştı. Bir diğer örnek ‘kart- kurt’ söyleminden uzaklaşarak Mardin Artuklu Üniversitesinde Kürdoloji, Ankara ve Edirne üniversitelerinde Ermeni dili ve edebiyatı bölümlerinin açılması sağlanmıştı. Kimi vakıf üniversiteleri de aynı doğrultuda girişimlerde bulundular. Gerçi şimdilerde Kürtçe tez yazmak YÖK marifetiyle yasaklandı, Armenoloji bölümleri de teker teker kapatıldılar. TRT ilk kez Kürtçe yayın yapan bir kanal oluşturdu. İçeriğinden bağımsız olarak devletin başlıca iletişim kanalında bu yasaklı ve inkâr edilen dille yayın yapılması dahi başlı başına daha önceki siyasetlerin reddi anlamı taşıyordu.
Ardından gelen ve her biri kocaman bir ‘hiç’le sonuçlanan çözüm süreçlerini de unutmamalıyız. Unutmamamız gereken bir diğer nokta da CHP ile temsil edilen zihniyetin, bu girişimlerin her birine karşı çok sert muhalefet etmesiydi.
Değişime karşı tıkaç olmaya çalışan, devletin kuruluş kodlarına sinmiş faşizmi korumak için yırtınan o insanlara istihza ve öfke ile yaklaşmıştık. Oysa o gün ‘tehlike’ diye uyarılan meseleler bugün içine düştüğümüz ağır ortamda gündelik yaşamın bir parçası haline geldi.
Demokratik hamlelere karşı cansiperane mücadele eden muhalefetin, söz konusu sınır ötesi operasyon, başka bir devletin topraklarını işgal etmek, uluslararası hukuku ihlal etmek olduğunda ise tüm bunları ‘milli mesel’ addederek hükümetin yanında saf tutması dinci faşizmle laikçi faşizmin işbirliği anlamında ibretlik bir durumdur.
Bugün ‘Cübbeli’ hoca dernek veya vakıf adı altında silahlanmış, iç savaş hazırlığında olan iki bin kadar tarikat odağından bahsetmekte. BM’ye sunulan Suriye raporunda Türkiye’nin ve ona bağlı hareket eden silahlı grupların bu ülkede gerçekleştirdikleri savaş suçları anlatılıyor. Sivillere yönelik cinayet, tecavüz, fidye için adam kaçırma, talan ve soygun gibi suçların TC’nin himayesinde gerçekleştiği yazılıyor o raporda. AB Doğu Akdeniz’de yaşananlara karşı yaptırımları hayata geçirmenin hazırlıklarıyla meşgul. Ermenistan Dışişleri Bakanı Zohrab Mınatsaganyan Kahire ziyareti esnasında yaptığı basın açıklamasında Türkiye’nin Azerbaycan’a cihadçı gruplar sevk ettiğinden söz ediyor. Libya’da petrol satışının yeniden başlaması konusunda uzlaşan tarafların şartı ise, Türkiye’nin bu satıştan faydalanmaması.
Mevsimlik Kürt tarım işçilerine yönelik saldırılar ve cinayetler, işlendikleri ilin valilerinin ‘toplumsal bir yanı yoktur’ açıklamaları ile adli vakaya dönüştürülmeye çalışılıyor. Devlet yetkilileri aynı tutumu mültecilere karşı işlenen suçlarda da sergiliyorlar. Tarlasında çalışırken jandarma tarafından götürülen köylülerin helikopterden atıldıkları iddiası ise üç maymun oynanarak geçiştirilmeye çalışılıyor.
Hiç de hayra alamet olmayan bu tablo içinde ekonomik kriz, TL’nin değer kaybı ve pandemi yoksulların yaşamını daha da çekilmez hale sokmakta.
Bu birikimle Türkiye 2023 seçimlerine kadar kazasız, belasız gidebilir mi?