76 gazeteci, yazar, akademisyen ve sanatçının anısını paylaştığı ‘Apê Musa 100 Yaşında!’ kitabımızda Murathan Mungan ve Mazlum Çimen’in yazılarından kısa bir özet sunuyoruz…
Hüseyin Aykol
Musa Anter, sonradan bunu yaptıkları için pişman olduklarına dair ‘devlet raporu’ yayınlansa da, devlet kararıyla, 20 Eylül 1992 günü katledildi. Kürt halkı, onu öldüren devlet kafasını asla affetmeyeceğini ve Apê Musa’yı hiç unutmayacağını bunca yıldır dosta-düşmana gösterdi.
Bu tavrın ifadesi olarak, Özgür Basın Geleneği’nin temsilcisi olarak bizler, hem her 20 Eylül’de onun katledildiği yerde onu anıyor hem de gazeteci-yazar Musa Anter nezdinde her yıl başarılı gazetecilere yaptıkları çok anlamlı haberleri için gazetecilik ödülleri veriyoruz.
Onun 100. doğum yılı olan 2020’de daha kapsamlı anmalar yapılması gerektiğini birkaç yıldır kendi aramızda konuşuyorduk. Sadece Kürt coğrafyasında değil, dünyanın pek çok yerinde paneller, sempozyumlarla Apê Musa’nın anılması, yaptıklarının değerlendirilmesi gerekirdi.
“Musa Anter ve Basın Şehitleri Gazetecilik Ödülleri” şartnamesinin bu yıl ilan edileceği Haziran ayı başlarında, benim imzamla Musa Anter’in yaşam öyküsünü yayınladık. 1990’lı yıllarda Musa Anter ile anısı olabilecek kişilerden anılarını istemeye başladık.
Gazetemizin merkezinin bulunduğu İstanbul’dan Hüseyin Kalkan’ın, benim Ankara’dan başlattığım anı yazıp-toplama ve yayınlama faaliyetimiz, bunun Musa Anter için 100. yıl anısına bir kitaba dönüştürme fikrine dönüştü. Aram Yayınevi’nin de bu öneriyi büyük bir heyecanla kabul etmesiyle Haziran ayı başında yola koyulduk.
Aram Yayınevi yönetici ve çalışanları, haber ajanslarımızdaki gazeteci arkadaşlarımızla giriştiğimiz hummalı ve çok heyecanlı, çok onurlu bir çalışma sonrasında evladiyelik bir eser ortaya çıktı. Anı toplama işi ayırabileceğimiz zaman biraz daha fazla olabilseydi, kuşkusuz daha çok kişi olurdu ama 76 gazeteci, yazar, akademisyen ve sanatçının anısını paylaştığı “Apê Musa 100 Yaşında!” kitabımızı seveceğinizi umuyoruz.
**
Bilinmeyen Doğu’yu bilinir kılmıştır
Murathan Mungan
“Kendisiyle bir daha fiziki olarak hiç karşılaşmadık ama, yıllar bizi çok sonra benim Özgür Gündem, Özgür Ülke gibi gazetelere yazdığım 1990’larda aynı gazetenin sayfaları arasında bir araya getirdi. Yıllar önce başımı okşayıp geçen adama ben de o sayfaların arasından gülümsedim. Kürt halkının ‘Apê Musa’sı, 1960’lardaki adlandırmasıyla söyleyecek olursak “Bilinmeyen Doğu’yu bilinir kılmıştır” diyen Murathan Mungan, “Apê Musa 100 Yaşında!” kitabımız için yazdığı Musa Anter anılarında şöyle diyor:
“Ben Musa Anter’i çocukken tanıdım. Evimizin girişindeki salondan geçen bir gölge olarak hatırlıyorum onu. Giriş salonundaki divanda uzanmış kitap okuyordum, caddeye bakan ana salonun giriş kapısı açık olduğundan oradan vuran güçlü ışıkta onu bir gölge olarak görmüş, yüzünü seçememiştim. Galiba yanıma gelmiş, başımı okşamış, gülümsemişti.
Yaşım gereği hakkında fazla şey bilmiyordum. Aramızda babaannem tarafından uzak bir hısımlık olduğunu, babamla okul arkadaşı olduklarını, birilerinin ‘Kürtçülük’ dedikleri şeylerle uğraştığı için pek çok kişinin gözünde sakıncalı bir figür olduğunu biliyordum. O güne ilişkin net olarak hatırladığım bir diğer şeyse, o gün Irak’tan yeni gelmiş olduğunun bilgisiydi. Babam ve birkaç kişiyle birlikte evimizin caddeye bakan ana salonuna geçtiler, ben kaldığım yerden kitabımı okumaya devam ettim.
Benim onu tanıdığım güne kadarki yaşam öyküsünden elbette haberim yoktu. Daha öğrencilik yıllarında Dersim isyanı sırasında gözaltına alındığını, 15 gün gözaltında kaldığını, iki arkadaşıyla birlikte İleri Yurt diye bir gazete çıkardığını, ben daha 4 yaşındayken yayımladığı ‘Qimil / Kımıl’ şiiri nedeniyle tutuklanıp, ’49’lar Davası’ diye adlandırılan bir davada idamla yargılandığını, 27 Mayıs darbesinin ardından çıkartılan aftan yararlanıp dışarı çıktığında Deng, Barış Dünyası, Yön, Dicle-Fırat dergilerinde yazdığını, 1963 yılında bu kez de ’23’ler Davası’ diye adlandırılan başka bir dava nedeniyle yeniden cezaevine girdiğini haliyle bilmiyordum. Dahası nelere inandığını, neleri savunduğunu, neyin mücadelesini verdiğini de bilmiyordum. Ömrünün 11,5 yılını bu çeşit nedenlerle hapislerde geçirdiğiniyse çok sonra öğrenecektim.
Harita Metod Defteri adlı otobiyografik kitabımda anlattığım gibi babamla Musa Anter liseyi Adana’da birlikte okuyorlar. Sonra onu birkaç kez daha gördüğümü hatırlıyorum. Birinde gene bizim evdeyiz, diğerinde de Mardin’de Beyt-el Aynkeyf denen ailenin evinde, Ayşe Teyze’yi ziyarete geldiğinde karşılaştık, ben gene çocuk yaştaydım, sanırım daha sonraydı gene İsveç’ten gelen kızı Rahşan Abla’yı tanıyacaktım. Mardin Lisesi’nde okuyan oğlu Dicle, benim ortaokul yıllarımda aynı zamanda Mardinspor’un, o dönemin deyişiyle ‘as futbolcusuydu’ ve her maçta attığı gollerle yerel bir kahraman olmuştu.
‘Musa amcanın bizim eve yaptığı sıradan birkaç aile ziyaretinin bile, babamın emniyet müdürü tarafından makamına çağrılıp örtülü biçimde sorgulanmasına neden olduğunu, o günlerde bizi ürkütmemek için anlatmadığını da çok sonra öğrenmiştik.’ (Harita Metod Defteri, s.151, Metis Yay., 2015).
Mardin’in merkezinde yaşayan Arap ailelerin, şehrin okumuş-yazmış takımından ‘münevver kesiminin’ Musa Anter’e mesafeli durduğunu, kuşkuyla yaklaştığını hatırlıyorum. Onların onaylamadığı bir şeyin mücadelesini veriyordu, zaten onlar her zaman ‘devletçi’ olmuştu. Hatta babam bile, ‘Bunlar boş işler,’ diyordu. 1925 Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılması sırasında yaşananlar hafızalara kötü kazınmış, bu konuların konuşulması bile tüm bölgede derin bir ürküntü yaratmıştı.
O zamanki çocuk aklımla bile fark ettiğim bu dışlamanın, Musa Anter’e belli belirsiz bir yakınlık ve merak duymama neden olduğunu seziyordum. Daha önce otobiyografik yapıtlarımda sözünü ettiğim, çocukça bir adalet duygusu ve vicdani bir hassasiyetle Kürtlere duyduğum yakınlığın bunda bir payı olsa gerekti. O çocukluk ve yeniyetmelik yıllarımda haliyle siyasi içerikten yoksun insani bir yakınlıktı bu sadece.
Bana Musa Anter’le ilgili anılarımı sordunuz. Bu kadar, hepsi bu kadar. Yalnız daha sonraki yılların anlamlandırmalarıyla dönüp geçmişe baktığımda değerini bulacak bir sürü ipucu barındırıyor.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde okuduğum öğrencilik yıllarımda faşistlerin işgali altındaki okula toplu halde gider gelirdik. Bunun için önceden belirlenmiş bir yerde toplanır, ortak hareket etmeye çalışırdık. ‘Makine Mühendisleri Odası’ gibi lokallerde farklı fraksiyonlardan kişilerin bir araya gelip tartıştığı, ortak bir zemin arayışı için yapılan toplantılara katılırdık. Orada tanıştığım ‘Devrimci Doğu Kültür Ocakları’, ‘Rızgari’ gibi gruplardan arkadaşlarla konuşmalarımızda Musa Anter adı geçtikçe, ben onu ve onun üzerine yazılanları okudukça çocukluk anımdaki gölge arkasında barındırdığı koca bir mücadele tarihiyle birlikte ete kemiğe büründü, gövdelendi. 12 Eylül tutuklamaları sırasında ‘Kürtçülük propagandası’ yaptığı gerekçesiyle içeri alındığını öğrendiğimde artık onun kim olduğunu iyi biliyordum.
Burada Musa Anter’in mücadele tarihinden, ömrü boyunca yaptıklarından uzun uzadıya söz edecek değilim. Zaten bu işi benden çok daha yetkin biçimde yapacak kişiler olduğunu biliyorum. Ayrıca yazdıklarıyla görüşlerini, düşüncelerini birinci ağızdan yeterince ifade etmiş olduğu kanısındayım. Üstelik onun bir dava adamı olarak mücadeleye başladığı yıllarda, Kürtlerin büyük çoğunluğunun köylerde yaşadığı, Kürtler arasında okuma yazma oranının çok düşük olduğu düşünülürse, ardında bıraktığı mirasın öneminin ve kıymetinin çok daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum. Mücadeleye atıldığı daha ilk yıllarından başlayarak yılmadan, yorulmadan okumuş, araştırmış, yazmış; hem Türkiye’deki sol hareketleri yakından izlemiş, hem pek çok kişinin varlığından bile haberdar olmadığı Kürt klasiklerini incelemiş, Kürt var oluşuna, kimliğine perspektif kazandırmak konusunda azımsanmayacak ölçüde katkıda bulunmuştur.
Hiçbir zaman bir ideolog, bir sosyal bilimci, bir tarihçi edası takınmadan alçakgönüllü bir biçimde kendi tutanağını tutmuştur. Basın ve yayının önemini erken anlamış kuşakdaşları gibi o da, daha ilk günlerinden başlayarak halkının kimliği ve geçmişi hakkında bilgi susuzluğunu alçakgönüllü biçimde gidermeye çalışır, yazdıklarını yoksul halkına ikram ettiği bulgur pilavıyla soğan cücüğüne benzetir. Yazısının perspektifi, temel hak ve özgürlük taleplerinden, bölgenin iktisadi gelişmesinden, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına varan bir eğride genişleyen bir ufuk edinmiştir.”
“Musa Anter’in bir dava adamı olarak kimliğinin iki önemli özelliği var” diyen Murathan Mungan’ın analizini merak ediyorsanız, “Apê Musa 100 Yaşında!” kitabını edinip, okumanızda yarar var.
**
Mardinli Midyeciler ve Musa baba
Mazlum Çimen
Anı metinleri redakte edilmek üzere yayınevi tarafından bana iletildiğinde, her birini heyecanla ama hemen -yani birkaç saat sonraya ya da ertesi güne falan bırakmadan- okudum. Her bir anı, beni 1990’lı yılların başlarına Kürt Rönesansı yaşadığımız döneme geri götürdü. Anıların çoğunda kahkahalarla gülsem de, kimi anılarda gözyaşlarımı tutamadım. Kitapta yayınlanması için bize ulaşan her anı çok kıymetli. Ama kimileri -aslında bildiğim, duyduğum halde- beni daha çok etkiledi. İşte bunlardan biri de Mazlum Çimen’in anlattıklarıydı. Haydi şimdi de gelin Mazlum Çimen’e kulak verelim:
“Mem û Zîn müziklerinin CD basımı için stüdyoya girmiştik. Eklenecek tek şey Musa babanın ön konuşması olacaktı. Musa Anter, Mem û Zîn film müziği için beni cesaretlendirmiş ve eğer yapmazsan ilerde pişman olacağın için çok kederli besteler yapacaksın demişti. Hasan’ın (Saltık) benden en önemli isteği de albümün Musa Anter konuşmasıyla başlamasıydı. Ben de babadan istedim; o da ‘tabii ki’ dedi ve sonuçta stüdyoya girdik.
Harika bir konuşmaydı ve ıslıkla Kürtçe melodi çalma hikayesiyle müthiş bir anekdot hediye etmişti bize ve tüm dinleyecek olanlara. İş bitiminde müthiş bir keyif vardı üçümüzde de. Bu keyifle stüdyodan çıktık ve Taksim’de AKM’nin yanındaki Bostancı dolmuşlarına doğru yol aldık. Hasan ayrıldıktan sonra Taksim’in göbeğinde Kazancı yokuşunun başında bir pilavcı arabasına rastladık. Ben çok sevdiğim için nohutlu pilav yemek istedim ve Musa Anter’e ‘Yer misin baba’ diye sordum. ‘Ben de bir adamım it oğlu it. Tabii ki yerim’ dedi.
İki pilav istedik ve yemeğe başladık. Pilavcılar ve midye dolmacılar genelde Mardinli oluyor. Pilavcı genç dikkatle Musa babaya bakıp düşünmeye başladı. Bir anda aklıma geldi: Mardinli pilavcı çocuk ve Musa baba. ‘Amcayı tanıdın mı’ diye sordum pilavcıya. ‘Abe bir yerden tanıyorum ama çıkaramıyorum, sanki yakından tanıyor gibiyim’ dedi. ‘İyi bak bakayım, Apê Musa olabilir mi acaba’ dedim. Pilavcı çocuk gözleri müthiş büyümüş bir şekilde uzun uzun baktı ve birden ‘vıyyyy’ dedi ve olduğu yerde zıplamaya ellerini bacaklarına vurmaya başladı.
Musa babayla çocuğa şaşkın şaşkın bakarken, çocuk bir anda her şeyi bırakıp karşı taraftaki PTT binası yönüne doğru trafiğin arasına koşarak daldı ve uzun uzun ‘Apê Musa hat, Apê Musa hat’ diye bağırarak hızla gitti. Biz öyle kala kaldık. Pilavların parasını vermek için beklerken bir baktık ki, bizim pilavcı her taraftaki pilavcıları da peşine takmış geliyor. Bir anda etrafımızda 7-8 tane pilav arabası oluştu ve yanan tüplü lüks lambası ışıklarıyla müthiş bir görüntü oluştu. Hepsi tek tek Musa babanın ellerine atıldılar. Gözleri pilav arabalarındaki ışıkları bastıracak kadar ışıl ışıl ve yüzleri heyecandan gerilmiş tebessümle heyecan ve şaşkınlık hayranlık duygusunun birbirine girmiş şekilde Musa babayı ortalarına aldılar.
Biz dolmuşlara doğru yol almaya başlayınca, tüm pilavcılar da bizle beraber hareket etti. Şöyle bir görüntü içindeydik. Pilavcılar ışıklı arabalarıyla miting yapıyorlar, biz de mitingin başındaki insanlar olarak Musa babayla önlerinde yürüyorduk. İnanılmaz bir görüntüydü. Dolmuşlara kadar geldik. Ben Musa babayı dolmuşla Bostancı’ya gönderecektim; babayı Bostancı’da karşılayacaklar ve ben de gece Dragos’taki evime geçecektim.
Dolmuşta şoför yanına tekli koltuğa oturttuk babayı. Dolmuşun etrafı pilavcı arabalarıyla sarılmış, ben dolmuş ücretini ödemek istediğimde ücretin çoktan pilavcılar tarafından ödendiğini öğrendim ve babaya söyledim. Baba gözleri dolu baktı gözlerime. Şoför Musa babaya, ‘Amca bu pilavcılar senin neyin oluyor, çok seviyorlar seni’ dedi. Baba da ‘hepsi oğlumdur’ dedi. Şoför de ‘Yahu hepsi pilavcı mı çocuklarının’ diye sordu. Musa baba da, ‘Yok! Gerisi orada burada dağlarda’ dedi.
Dolmuş hareket ettiğinde bütün pilavcı çocukları öptüm. Birbirinden ayrılan kristal taneleri gibi ışıklı pilav arabalarıyla Taksim meydanına dağılarak gittiler. Uzunca bir süre seyrettim gidişlerini. Kulağımda Musa babanın şoföre verdiği cevap ‘Yok! Hepsi pilavcı değil, diğerleri orada burada dağlarda’ çınlıyordu. Ne zaman Taksim meydanına gelsem gözlerimde kristal taneleri parıldıyor…”
BİTTİ