Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum G20 Çevre Bakanları toplantısında yaptığı açıklamada, Türkiye’nin küresel ısınmaya karşı mücadelede çok önemli çalışmalara imza attıklarını belirtirken, espiri yapmıyorsa eğer muhtemelen hiçbir şeyin farkında değil. Çünkü Türkiye coğrafyası hızlı bir biçimde çölleşmeye doğru yol alırken, yaşanan kuraklık koca koca gölleri bile kurutmaya başladı. Durum böyleyken tozbembe bir Türkiye tarif etmeye çalışmaları anlaşılır gibi değil.
Kendileri açısından tozpembe olabilir, doğal yaşam hızla sermaye yağmasına açılırken bu yağmayı ancak böyle söylemlerle örtebileceklerini düşünüyor olmalılar. Van Gölü 200 metre yatay biçimde çekilirken su kaybı 1 metre. Van Gölü’nün yüzölçümü 3.755 km2 iken 1 metre su kaybı 3 milyar 755 milyon metre küp su demek oluyor. Daha dün İznik Gölü’nün de 80 metre çekildiğini öğrendik. Bu çekilmelerin başlıca nedeni kuraklık ancak kontrolsüz biçimde örneğin İznik’ten çekilen sanayi suları da göl sularını tüketen diğer bir etken.
Göller bölgesi ise can çekişirken Eğirdir Gölü sularını farklı bir alan taşıyıp HES yapma projesini yapmaya çalışmak anlaşılır olmaktan çok uzak. Diğer yandan en son Giresun’da yaşanan sel felaketinde görüldüğü gibi kısa sürede yeryüzüne düşen aşırı yağışlar yaşanıyor. Hem kuraklık hem de kısa sürede çok miktarda yağışın ortaya çıkması hem küresel hem de yerel olarak yaşanan iklim değişiminin en önemli göstergeleridir. Şimdi durum böyleyken, Bakan çıkıp küresel ısınmaya karşı mücadele ettiklerini belirtmekle hiç kimseyi ikna edemez. Kaldı ki, termik santrallere ve madenlere hala teşvikler uygulayabilen bir iktidarın iklim mücadelesi sürdürdüğünü söylemesi sadece abesle iştigal etmektir.
Bu yaz boyu hemen tüm bölgelerde ciddi bir susuzluk yaşandı. Susuzluğa çare olarak ortaya koydukları tek proje barajlar inşa etmek. Barajların iklim değişimi üzerindeki olumsuz etkisi bilinmesine rağmen bu süreç ilerletiliyor ve suyun doğada özgürce akmasıyla yarattığı, var ettiği ekosistem bozuluyor. Yapılan barajların neredeyse tamamı enerji üretmek amaçlı. Bazı bölgelerde sulama gerekçesi öne sürülürken asıl amaç ise gizlenmekte. Madencilerin özellikle altın ve gümüş madenciliğinin çok miktarda suya ihtiyaç duyduğu bilinmektedir. Birçok baraj inşasının arka planında madenlerin su ihtiyacının karşılanmasının hedeflendiği proje bölgelerine bakınca anlaşılmaması mümkün değil.
Diğer yandan Atatürk Barajı ve Ilısu Barajı gibi barajlarla alt havzada farklı ülkelerin halklarını baskılamak için su bir silah olarak kullanılabilmektedir. Mardin ve Urfa’da çiftçilere ulaştırılmayan baraj suları yerine DEDAŞ’a mahkum edilen halk enerji ile elde edilen yeraltı sularıyla tarım yapmaya çalışması sadece komşu ülke halklarına yöneltilen ve silah olarak ele alınan su, içeride de farklı boyutuyla ama aynı işleve hizmet eden tarzda kullanılıyor. Ülke sınırlarıyla bölünen nehirleri, su havzalarını ‘sınır aşan havza yönetimi’ ile kontrol etme, konusunda bölgesel işbirliğini ve iş bölümünü hedefliyorlar. Bu amaçla kendisini barajlar kralı ilan eden Veysel Eroğlu Cumhurbaşkanlığı tarafından bu bağlamda görevlendirilmesi dikkat çekiyor.
Tüm bu süreçlerde halklara suyun yaşamsal temel bir element olduğu ve ticarileştirilemeyeceği gerçeği unutturuldu. Evlerimize, tarlalara ön ödemeli su sayaçları koyup yüksek bedellerle halkın suya erişimini sermaye yararına bir işe çevirdiler. Şişe suyu dışında belediyelerde suyu yüksek fiyatla satarken yine şirketlere hizmet ediliyor. Öte yandan Milas Güllük’teki gibi kentsel su bir şirket tarafından halka satılırken suyun kirli ve sağlıksız olması Muğla Büyükşehir Belediyesi’ni ilgilendirmiyor. Ancak asıl soygun tüm belediyelerce uygulanıyor. Sermaye yararına belediyelerce açılan ve yüksek şirket çıkarı içeren ihale bedelleri, bir insan hakkı ve ücretsiz olması gereken su paraları ile karşılıyorlar. Bu gerçekler suyun tamamen sermaye eline verildiğini açıkça göstermeye yetiyor.
Bakanın küresel ısınmayla mücadele ettiklerini belirtmesi bu bağlamda sermayeye yağma alanı açıldığını göstermek dışında bir anlamı yok. Aynen iklim zirvelerinde alınan ‘sürdürülebilir’, ‘yenilenebilir’ kavramlarıyla halkları sermaye politikalarına yedekleyip yeni birikim alanları yarattıkları gibi. Doğada yaşayan tüm canlılarla birlikte hepimiz büyük bir risk altındayız. Bu nedenle; rant ve güvenlik amaçlı yakılan ormanlara, madenlere, HES’lere, enerji santrallerinin her türüne, çöp yakma tesislerine, turizm adı altında yürütülen yağmaya, tarım arazilerini gaspına, sanayi atıklarının nehirlere ve yeraltına salınmasına karşı çıkmak ve bu saldırılara karşı birleşmek bir zorunluluktur.