Ayşe Acar Başaran*
Ağustos ayı içinde 27 kadın erkekler tarafından katledildi, 23’ü ise şüpheli bir şekilde yaşamını yitirdi. Gazetelerin 3’üncü sayfalarını “süsleyen” kadın katliamları sanki münferit olaylarmış gibi gösteriliyor. Durum böyleyken, bizler kadın kurumlarıyla birlikte kadına yönelik şiddetin önüne nasıl geçebilirize kafa yorarken, bunun politikasını oluşturmaya çalışırken; Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, bu ağır tablo karşısında, yaptığı açıklamayla sağolsun bizi yine yanıltmadı. Selçuk, “Her kadın cinayeti bizim kadına yönelik şiddetteki kadın cinayeti değildir. Her intihar kadın cinayeti değildir. Her şüpheli ölüm de kadın cinayeti değildir” dedi. Peki soralım Sayın Selçuk’a Batman’da Musa Orhan adlı uzman çavuşun tecavüzü sonucunda intihara sürüklenen İpek Er’in ölümü cinayet değil de nedir?
Aslında, Selçuk, bu açıklamasıyla durduğu yeri bir kez daha teyit eder nitelikteydi. Öyle ki, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Covid-19’un Türkiye’de görüldüğünün kabul edildiği Mart ayı ile beraber kadın kurumları ve bizlerin bütün çağrılarını duymazdan gelerek kriz dönemlerinde artan kadına yönelik şiddet vakalarına karşı önlem alınması için çalışma yapmak bir yana, var olan mekanizmaların işlevsiz hale gelmesini görmezden gelmesi bunu göstermiyor mu? Bakanlık, pandemiyle birlikte artan ekonomik krizin kadınlara yoksulluk olarak geri dönmesini, erkek egemenliğinin örgütlendirilmesinin kadınlar açısından yarattığı güvensiz ortamı görmezden gelmiş, “kutsal aileyi” koruma adına aşk tarifleri yaparak kadınların sesine kulağını tıkamıştır.
Erkek egemenlikli ulus devlet inşası, kadınların kazanımlarının gasp edilmesi ve kadınların köleleştirilmesi ile başlamış, kadınlar ilk köle ulus haline getirilerek toplum sindirilmeye çalışılmıştır. Aile Bakanlığı’ndan “kadın” kelimesinin çıkarılması; esasında kadınların görünmez kılınması, aile kurumu içinde kadının eritilmek istendiği bir sürecin yürütülmeye çalışıldığının göstergesidir. Aile içinde kadının adı ortadan kaldırılarak yeni sistem inşasında tekçilik örgütleniyor. Musa Orhan vakasında İçişleri Bakanı’nın tecavüze uğrayıp günlerce hürriyetinden yoksun bırakılan ve sonucunda intihara sürüklenen İpek Er’in cenazesine katılımın engellenmesi ile ilgili olarak “Cenaze, bizim cenazemizdir. Görevimiz gereği mesuliyetimiz var” açıklaması, meseleyi aile içinde kadının aleyhinde çözme yöntemi, toplumsallaştırılmaya ve iktidar eliyle meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır. Bunun karşısında duran kadınlar bozguncu, marjinal olarak tariflenerek, mücadelenin ortadan kaldırılması hedeflenmiştir.
Erkek egemenliğinin AKP iktidarı ile başlamadığının farkındayız ancak; ataerkil sistemin sürdürücüsü olan AKP, iktidar olduğundan bu yana kadınları aile içerisine hapsetmiş, aile kurumunu dillendirmeden kadını gündemine almaktan imtina etmiştir. Kadınların oylarına talip olma yaklaşımını korurken, kadınların özne olmasını yürüttüğü politikalarla engellemiştir. Kadınların siyasal alanda bir kazanımı olan eşbaşkanlık ve eşit temsiliyet iddiasını hayata geçiren partimize dönük saldırılarla kadının irade olmasını engellemiş, kadın bakış açısıyla bir yaşam örgütlenmesini hedef haline getirmiştir.
Politikalarıyla kadının ekonomik alanda oluşunu toplumsal cinsiyet rollerine göre dizayn etmeye çalışmış, “sosyal yardım” adı altında kadınları istihdama katılıyor gibi göstermekle beraber, işsizliği kadınların istihdamına katılım talebine bağlayarak güvence sağlamaktan kaçınmış, kadınları güvencesiz ve merdiven altı işletmelere mahkum etmiştir. Bununla beraber kadın yoksulluğu artışına sosyal yardım adı altıda “muhtaç et, yönet” siyasetini işletmiştir. Erkek egemenliğini medya eliyle örgütlemiş, “biat et, rahat et, aksi takdirde korumasız kalırsın” anlayışıyla kadınları şiddetle yüz yüze bırakmıştır.
Türkiye genelinde kadına düşman politikalar üreten iktidarın, politikaları Kürdistan’da “Kürt Düşmanlığı” ile birleşince düşmanlık iki misline çıkmaktadır. Kürt ve kadın olmak hedef alınmak için yeterli nedenler olmuş ve kadın kurumlarının kapatılması, kayyımlarla kadın belediyeciliğinin ortadan kaldırılması, direnen Kürt kadınlarının tutuklanması… Bir de bunlara, son süreçte tecavüzün bir araç olarak kullanılması eklenmiştir.
Şunu da unutmamak gerekir ki, Batman, Şırnak ve Dersim’de ortaya çıkan tecavüz ve cinsel istismar vakaları, bölgenin koşulları ya da feodal aile yapısı gibi oryantalist yaklaşımlarla ele alınmaması gereken meselelerdir. Bunların tümünü, Kürt sorununun güvenlikçi ve ezme politikalarıyla çözme ya da Kürtlere karşı yürütülen çöktürme planın bir parçası olarak değerlendirmeliyiz. Çünkü, dünyanın bir çok yerinde, tarihteki birçok savaşta tecavüz ve kaybettirme bir yöntem olarak kullanılmıştır. Birinci ve ikinci dünya savaşlarından Bosna Hersek’e ve en son Şengal’den Rojava’ya kadar IŞİD tarafından kullanılan bu yöntem, fetihçi anlayışın bir parçası olarak sürdürülmüştür. Sömürge olarak görülen halkların ya da inançların toprağı işgal edilmiş, doğası talan edilmiş, tecavüzle kadın bedeni üzerinden savaş sürdürülmüş, tabiri caizse kadın bedeni savaş alanına çevrilmiştir.
İşte sistematik hale gelen tüm bu saldırılardan korunmanın tek yolu var. O da örgütlenmektir. Çünkü, örgütlenmek en büyük özsavunma gücümüzdür. Yalnızlaştırma, çıkmaza sürükleme, teslim alma siyasetine karşı en elzem olan ev ev, sokak sokak, kent kent örgütlenmektir. Saldırılara karşı mücadeleyi ve örgütlülüğü, hepimizin kendisinden başlatarak evine komşusuna taşıması ile başarabiliriz. Bizi kategorize edenlere karşı kadın kimliğiyle bir araya gelmeli, meseleyi özünden koparan anlayışa karşı mücadele geleneğimiz ve hafızamızla cevap olalım.
*HDP Kadın Meclisi Sözcüsü ve Batman Milletvekili