Mevcut zorlukların, evrensel temel haklara, demokrasiye ve sosyal devlete veda etmek isteyen yarı otoriter rejimlerin sorunu olduğunu özellikle vurgulamalıyız. Bu tür rejimler her ne kadar halkın yeterli bir kısmının oyunu alarak iktidar olan bir siyasal partiye dayansa da, demokrasi ve adalet mekanizmalarını toplumsal sözleşme kıstaslarına göre çalıştırmadıkları için belirli bir zümrenin çıkarına hizmet eden bir yönetim biçimi olarak kabul edilir. Bu tür rejim tiplerini ölçülü bir bütünlük içinde anlamak için hem teoriye hem de pratik olgulara ihtiyaç olduğu muhakkaktır ama burada bunu yapma olanağımız oldukça kısıtlıdır. Bugün Türkiye başta olmak üzere gelişmekte olan bazı ülke örneklerinde de görüldüğü üzere, klasik devlet normlarına veda törenleri resmigeçitlerle yapılmaktadır. Türkiye özgünlüğünde olduğu gibi bu tür ülkelerde inşa edilen yeni rejim aygıtları hem toplumsal hem de iktisadi refahın önünü kapatan yönetsel mekanizmalar oluşturdukları için, krizlerle yüz yüze kalmış veya kalacaklardır. Bu durumun, aynı zamanda küresel ölçekte bir krize yol açacağı da muhakkaktır. Bugün dünyanın büyük bir kısmında devam eden vekâlet savaşlarının arka planında, olası küresel krizleri engelleme veya kendi hâkimiyet alanlarının dışına çıkarma çabası söz konusudur. Çünkü yeniden paylaşım savaşlarından ziyade krizleri yönetme savaşları gündemdedir.
Mevcut durumu, orta vadede ortaya çıkacak olan krizlerin habercisi olarak görmek gerekir. Çünkü her kriz önce içerideki sosyal adaletin azalmasıyla başlar ve zamanla diğer bütün alanlara yayılır. Dolayısıyla mevcut hükümetin sahneye koyduğu toplumsal doktrinin bu bağlamda bir adaletsizlik rejimi olduğunu görüyoruz. Karşıtlar arası çatışma üzerinden yaygınlaştırdığı siyaset retoriği bugünkü krize de kapı aralamıştır. Söz konusu çatışmacı retorik, oluşan toplumsal kutuplaşmayı zamanla kesintisiz bir kargaşa ortamına çekerek, çatışma ve anomiyi gündelik hayatın bir parçası haline getirmektedir. Nitekim mevcut rejim, yandaş ve ötekiler olarak ayrıştırdığı bu iki kutuplu atmosfer sayesinde yönetsel dizginleri elinde tutmayı başarmış ve buna hizmet eden bütün toplumsal yaraları zaman ve mekânın gereksinimlerine göre kaşıma yollarına gitmiş ve gidecektir. Krizin girift olan sebepler sarmalı bu olgularla ilgili bir durumdur. Krizin kaynağı, Türkiye’yi dışarıdan dizayn etmek isteyen bazı merkezlerin devreye koyduğu bir dış müdahale asla değildir
Kaldı ki yüzyılımızın muktedir liderlerinin demokrasi karneleri ve adalet performansları birbirini tamamlar düzeyde sabıkalıdır. Ama yine de hiç biri, ülkemizin mevcut hükümeti kadar katı bir baskı ve savaş rejimini kurumsallaştıramamıştır. Yakın tarihimizde otokratik ve totaliter elementleri toplumsal hayatta bu kadar hâkim kılan bir başka kıta Avrupa ülkesi bulmak mümkün değildir. Bu tür örnekleri ancak, tarihteki bazı ırkçı ve faşist rejimlerde bulabiliriz. Onun için insanlık tarihinin acıyla anımsadığı o rejimlerin yaşadıkları kriz ve yıkımların benzerini, onlara benzeyenler de yaşamak zorunda kalacaktır. Krizin düğümlendiği yer tam da bu noktadır. Yani dolar küresel düzeyde yükseldiği için kriz çıkmıyor, rejim otokratik ve totaliter olduğu için “yerli ve milli paranın” değeri düşüyor. Dolayısıyla bu düşünüşün salt dolarla alakası yoktur.TL, Suriye para birimi karşısında bile değer kaybediyor. Türk Lirası, Sudan Pfund’dan sonra dünyada değer kaybedenler arasında ikinci sıraya yükselmiş durumdadır. İçinde bulunduğumuz krizin ana sebebinin doların yükselmesi veya ABD’nin özel olarak Türkiye’ye karşı takındığı bir tavırdan ibaret olmadığını anlamalıyız
Bunu da salt pragmatist veya iktidara muhalif olma hali üzerinden yapmamak gerekir, çünkü kriz sanıldığından daha derin bir toplumsal yarık açmak üzeredir. Ekonomik kriz olarak yaşanan akut kriz durumunun toplumsal bir anomi olduğunu ve dışa vurumunun finans piyasaları üzerinden hissedilmeye başlandığını saptamalıyız. Dolayısıyla rejimin ekonomik kriz olarak tartıştığı şeyin esasen derin bir toplumsal kriz ve rejimsel bir iflas olduğunu açığa çıkarmalıyız. Toplumsal refahı sarsan bu krizi politik belitlerin başat meselesi yapacak bir toplumsal muhalefetin oluşması için,yeni imkân ve mücadele biçimleri üzerinde durulmalıdır. Siyaset kurumunun da içinde yer alacağı bir yurttaşlar hareketi biçiminde meydanlara çıkma cesaretini göstermek, bir yurttaşlık sorumluluğu olarak kendisini dayatıyor. Her geçen gün daha da derinleşecek olan krizin etkisiyle kırılgan olan toplumsal refahın tümüyle bozulacağını ifade ederek, bir yurttaşlık hakkı olan demokratik tepkileri ortaya koyma imkânı kaçırılmamalıdır. Ancak geniş kapsamlı toplumsal kesimlerin ortak mücadelesiyle bu krize kalıcı cevap verilebilir, aksi takdirde hep birlikte neşesiz günlerin tekinsizliğine sürükleneceğiz.