“…[İmralı’daki] tüm tutsaklar zamanın çok büyük bölümünde (Cumartesi, Pazar günleri 24 saatin tamamı dahil olmak üzere haftanın 168 saatinin 159’unda) hücre hapsi altındadır. Bu durum kabul edilemez. 2016 raporunda da ifade edildiği şekilde tutsakların hücre dışındaki egzersizlerine ve sair toplu etkinliklerine getirilen kısıtlamalar herhangi bir güvenlik gerekçesiyle mazur gösterilemez.”
“[…] Abdullah Öcalan’a Temmuz 2011’den bu yana avukatlarıyla, Ekim 2014’ten beri de aile fertleriyle görüşme izni verilmiyordu. […] Durum 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında bütün tutsakların (mektuplaşma da dahil) dış dünya ile temaslarına son verilmesiyle daha da kötüleşti, kendilerinden hiçbir haber alınamayacak şekilde [incommunicado] hapiste tutulmaya vardı.”
“Her ne kadar Öcalan 2019’da avukatlarıyla dört kez görüştürülmüşse de, Ağustos 2019’dan bu yana bütün avukat görüşü talepleri de reddedilmiştir.”
“Bu durumun hiçbir şekilde kabul edilemeyeceği ve bütün uluslar arası insan hakları enstrüman ve standartlarına aykırı olduğu vurgulandı.”
Bu ifadeler, Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT) 2016 ve 2019’da Türkiye cezaevlerinde yaptığı incelemeler sonrası düzenlenen ve geçtiğimiz ay açıklanan raporlarından. CPT raporları usul gereğince ilgili hükümetler olur vermedikçe açıklanamıyor, Türkiye de uzun süredir olur vermiyordu. Bu olurun uluslararası hukuka ve standartlara bir meydan okumaya mı, yoksa hükümetin tavrında olumlu bir değişiklik ihtimaline mi işaret ettiğini kestirmek zor. Ne var ki, Anayasa Mahkemesi’nin “toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu”yla ilgili son iptal kararı sonrası İçişleri Bakanı’nından yediği “fırça”ya bakılırsa, genel olarak olumlu yönde bir gidişattan umutlanmak için fazla neden yok.
CPT raporları her şeye karşın Abdullah Öcalan’ın İmralı Cezaevi’nde kaygı -hatta dehşet- verici koşullar altında tutulageldiğinin hükümetçe de doğrulandığını belgelemesi bakımından önemli. Özellikle 2019 raporunda yer verilen “[…] hiçbir haber alınamayacak şekilde [incommunicado] hapiste tutulma” tespiti son derece vahim bir ihlale, Öcalan’ın -en azından bir dönem için- yaşamsal bir tehditin gölgesi altında kaldığına işaret ediyor.
Bu tehdidin yaşamsallığı, BM İnsan Hakları Komisyonu’nun 23 Nisan 2003 tarihli “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık dışı veya Alçaltıcı Muameleler” başlıklı kararında şu şekilde vurgulanıyor: “[…] uzun süreli incommunicado gözaltılar işkence uygulamasını kolaylaştırdığı gibi, başlı başına bir zalimane, insanlık dışı ve alçaltıcı uygulama şekli oluşturur.”
Buradan hareketle, hükümetin raporun yayınına büyük olasılıkla tehdidin artık vaki olmadığı bilgisinin “yatıştırıcı” etkisinin Kürt halkı arasındaki tedirginlikleri giderilebileceği beklentisiyle olur verdiğini söylemek mümkün.
Ama nereden bakılırsa bakılsın olan oldu. Bir kez yapılanın bir daha yapılmayacağına, ve ima ettiği bütün sonuçlarla birlikte “incommunicado” hapis yoluna bir daha başvurulmayacağına artık Tayyip Erdoğan bile teminat veremez, verse de kimseyi inandıramaz. O yüzden Öcalan’ın özgürlüğü sözcüğün en dar anlamında da yaşamsal bir önem kazanıyor.
CPT raporlarının açıklanmasının ardından Kürdistan devrimcilerinin Öcalan’ın yaşam ve özgürlüğünü siyasal gündeme taşımaları kaçınılmazdı ve çok yerinde bir hamleydi. Böylece, 15 Eylül’de Strasbourg’daki ortak açıklamayla birlikte Öcalan’ın özgürlüğü, iki bakımdan ortak gündemimizin başlıca maddeleri arasına girdi: Birincisi mevcut buhranın önümüzdeki aylar ve yıllarda demokratik dönüşümler yoluyla çözülmesi imkanının gerçekliğe dönüşmesi açısından Öcalan’ın özgül hitap alanında dolaysız ve etkin bir rol oynamasına duyulan kuvvetli ihtiyaç devam ediyor.
İkincisi, Öcalan’ın özellikle ortak mücadele zeminlerimizin kuru bir parlamentoculuğa indirgenerek tüketilmesi riskine yanıt olarak HDP’nin kuruluşuna ön gelen dönemde ileri sürdüğü demokratik siyasetin halk inisiyatifleri üzerinden sürdürülmesine dayalı paradigmasının yeni koşullara tercümesi onun katkılarını vazgeçilmez kılıyor. Her iki düzlemde de bütün temel ve gerekli kavram ve önerilerin müellifi olarak Öcalan’ın yerinin doldurulamadığı açık. Dolayısıyla hem dar hem geniş anlamda Öcalan’ın özgürlüğü, demokratik siyasetin başlıca gündem maddelerinden biri olmalıydı. Bu gerçekleşti.
Dahası, bu sadece bir siyasal vefa meselesi değil, demokratik kampın öncülüğüne güç aktarımı meselesidir. Böylece tüm tutsakların özgürlüğü ile Öcalan’ın özgürlüğü arasındaki birbirlerinin ve demokrasinin zaferini koşullayan bağın siyasi programa dahil edilmesi demokratik siyasetin sürekliliği, enternasyonalist bir bağlamda yeniden kuruluşu ve etkinliği açısından yaşamsal önem kazanıyor. Hakkı verilmelidir.